22 Haziran 2010 Salı

Post Yeşilçam Dedikleri Türkiye - 2

Tabi yeni bir film anlayışıyla karşı karşıyayız. Postlar: aşma, sonrası, çatışarak geçme, çalım atma olarak nedense kafalarda yer edinir.

Post Yeşilçam ile kastettiklerim
 Çağ değişti. Tabi yeni bir film anlayışıyla karşı karşıyayız. Postlar: aşma, sonrası, çatışarak geçme, çalım atma olarak nedense kafalarda yer edinir. Post modernizmin postları başlatması hala yürürlükte olduğu için, kendisini de ele vermektedir. Post modernizmin aslında sinemasal bir kavramdır. Roman okumaları zayıfladığı için, Post’u en fazla işleyen sinemadır. Bu Postlar teorisi, Postları yaratanları pek değiştirmedi de anlatanları yoğun bir değişime uğrattı. Bana hep iğdiş etmeleri hatırlatır. Tıpkı, doğu geleneğinde olan bir zamanların iğdiş etmelerine benziyor. Saraydaki sultan şarlatanları yazdık da, herhalde sıra iğdiş ettirilmiş karakterine geldi. Saray ve sinemayı bir birinin yerine geçmiş gibi, yaptığım teşbih yanlış değildir, çünkü hala devam etmektedir.
Kendisiyle yüzleşen bir Türkiye sinemasına ulaşıldığını söylemek abartı olur. Güldürüye gülmek, bir aşama değildir. Şu anki sinemanın durumu budur. Bir kaç film dışında genel durum bunu yansıtıyor. Biçimsel bir değişiklik söz konusudur. Makyajlama yapılmaktadır. Edebiyat akımları diye bir olgu vardır, orda edebiyatın tarihini anlarsınız. Toplumu olduğu gibi yansıtanlara gerçekçiler denilir, bunu yansıtıp eleştirenlere, eleştirel gerçekçiler diyorlar. Bu iki akım da yüz yıl öncesinin akımlarıdır. Türkiye sinemasının bu aşamaya geldiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye sineması, gerçekleri manipüle ediyor. Türkiye coğrafyasının sineması yoktur. İstanbul sineması demek, daha yerindedir. Orda başladı ve orda kalıyor. Onun için gerçekçi değildir. İstanbul’dan bakan bir sinema Anadolu’yu göremez.
Post Yeşilçam ile bunu aşma, sinemayı yerli yerine oturtma diye bir çalışma gündemdedir. Atılım olarak ifade ettikleri bu anlayışın dibi kazıldığında, içerik ve felsefe olarak Yeşilçam’ın siyah beyaz kareleri olan bir zamanların anlayışını aşmadığı rahatlıkla görülecektir. İstanbul’da çıkan sinemanın halk köküne dayanmadığını yazdık. Aşağılanmış kimlik olarak Türkmenlikle başlamayan bu anlayış, Ege ve İstanbul’un kültür dokularına indiğinde resmi ideoloji ile çatışacağını çok iyi bilirler. Farklı etnik yapının kültürel dokuları resmi Türklük anlayışla çelişeceği için, ilk sinemacıların sultan ve şarlatanları ile başlamaları anlaşılırdır. Metafor olarak, kurgulanan erkek tiplemesi tümüyle sultan tiplemesiydi. Şu an sultanı bırakan sinema, mekân olarak uzayda aradığını bulmaya çalışıyor. Ya uzay ya da tarih öncesine giden sinema, Yeşilçam’a aşama yapacağını sanmaktadır. Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan bu konuda çok yoğunlaşmış olmalıdır. Onların püf noktayı yakaladığını söylemek mümkündür. Ama sorunu uzayda arayan, manipüle eden, yozlaştıran, pazarlayan yaklaşımları Yeşilçam’ın etik anlayışının daha gerisindedir. Sinemaya ironi katarak kalıp farksızlığına sadece yergiyi katmak, tam bir tüccar anlayışıdır. Avrupa’daki yapı bozucu anlayışın karşılığı olan bu yöntemi, Türkiye’ye uygulamak yanlıştır. Gelenek ve oturmuş yapısallığı eleştiri ile aşmadan önce bunun yerine konulacak şey çok şey önemlidir.
Bir ekip gibi gözüken, birbirini tamamlayan bu anlayışın yakaladığı noktalar ilginçtir. Kahpe Bizans ile sultan tiplemesine bir eleştiri var. Vizontele ile Anadolu’nun farklı yerlerini vizyona almakla bir başlangıç yapıldı. Gora filmi ile de, başlangıç noktasından başlama gibi bir adım atılıyor. Eskinin tiyatro elemanları yerine stendup’tan gelen kültür, bir eleştiri geleneği üzerine oturmuş bir sinema akımı havası vermektedir. Ancak Gora’nın altında bir kimlik ve bilinçaltı yatmaktadır. Dünya’yı kurtaran sultan karakterinin ironik eleştirisi yapılırken, işi aynı yerden, aynı felsefeden başlatıldığı bilinmelidir. Egenin farklı etnik yapı kokan kültürüne dalış yapılmadığı sürece, arayışlar uzayda olacaktır. Korku ile sanata başlanılmaz. Yapılan şey, işin biçimsel eleştirisidir. Kökten bir eleştiri olmamayla birlikte, endüstri kaygısı çok öndedir. Nihayetinde, Yılmaz Erdoğan’ın bütün Kürdistan’ı taşırdığı Vizontele filmi de aynı mantıkla yapılmıştır. Bagajı iyice kuruyan ve boşanan sinemayı kültür hırsızlığı ile doldurmaya çalışıyor. Ama çarpıtarak yapılıyor. Bir zamanların hafızası kişiye mahsus değildir, ora da toplumsal bir hafıza vardır. Sıti ana yıllarca sistemin bütün uygulamalarına rağmen asimile olmadı. Sıti ana Kürtler için bir metafor, bir simgedir. Sıti anayı Hakkâri’nin küçük burjuva memur anlayışına entegre ederek, evcilleştirmek kültürel suç işlemektir. Yılmaz Erdoğan’ın Ankara ile Hakkâri arasındaki yolculuğu, kendisini kabul ettirme kompleksi, Kürt halkını ilgilendirmez ve Kürt halkının bir sorunu değildir.  Kapitalist modernite içine çekilen otantizmin farklı bir hava vereceği, sanatsal etki yapacağı, farklılık olacağı biliniyordu. İşte bu pazarlama yapılıyor. Hakkâri’nin Jirki, Mamxuri ve Gewdan’ları ile bir bütün olduğunu Yılmaz Erdoğan bilmese de, Kürtler iyi biliyor.
Bu sinema anlayışıyla gerçek arasındaki uçurum da budur. Birikim sömürülüyor. Son vizyona giren birçok film nasıl ki Türkiye devrimciliğini çarpıtıyorsa bu da aynıdır. Kültürel çarpıtma ile siyasi çarpıtma at başı gidiyor. Post modern kavramına kulaklarımız alışkın değildir. Ama yapılan şey Post modernizmin Türkiye ye uyarlanmasıdır. İki kutuplu dünya gerçekliğinin vaat ettiği yaşamı getirmediği gerçeği sanat ve toplumu hayal kırıklığına uğrattığı söylenip post modernizm buna dayandırılır. İdeolojilerin nefret yarattığını, toplumu ayırdığı tezinin arkasına yıkılmış Avrupa’yı alarak meşruiyet edinmenin çabasıydı. Şu an Türkiye de yapılan şey budur. Darbe ve gençlik hareketlerinin diyalektik karşıtlığını kurarak, bunların birbirini yaratan iki olgu gibi gösterip zorbalığı devrimcilikle eşleştiren mantık, geçmişin bütün acılarını, yığınlarını, pişmanlıklarını bir araya getirerek gençlik neden ve niçin’lerinden kopartılmaya çalışılıyor. Herhalde post modernizm budur. Arayışların faturası acılardır şeklinde son ders, son pişmanlık fayda etmez biçiminde film konusu yapılan onlarca örnek vardır. Aşk ve futbolu temel amaç edinen bu filmler, arayışların yol haritasını sunuyor. Darısı başınıza gibi bir his yaratmaya çalışan bu film anlayışı, azalmış olan devrimci ruh nedeniyle hiçbir ciddi eleştiri ile karşılaşmadan bir model gibi oturuyor. Toplumsal pişmanlığın bilinçaltını kazan bu sanat türü, toplumu daha da gerilere götürmektedir. Her darbe sonrası toplumu tekel ve oligarşi ile uzlaştırmaya çalışan Yeşilçam’ın boyanmış halidir. Bunun kesinlikle aynı politika ile bağlantısı vardır. Zaten post modernizm sanatı, karşısında hiçbir tepki yaratmadan toplumu iğdiş etme aracıdır. Öğretilmiş çaresizlikler vahşi bir psikoloji yöntemidir. İşte bu sanatın toplum için anlamı budur. Yoksa bütün bu filmler niye yapılsın ki post Yeşilçam olmasa!  Yeşilçam postlaştırılıyor.

Zeki Sarı

Hiç yorum yok: