24 Haziran 2010 Perşembe

Ölüm karşısında iki yaklaşım

Türkiye’de Günlük’te de yazdığım için, Günlük gazetesini hergün okuyorum. PKK’nin şehitleri hakkında bu gazetenin manşetlerinde tek bir duygusal cümleye rastlayamıyorum.

Arada sırada Sela Sor programına katıldığım için, imkan bulabildiğim her yerde Roj TV’yi izliyorum. Roj TV ekranlarında da PKK’nin şehitleri hakkında gözü yaşlı ya da gözü “dönmüş” tek bir görüntüyü yakalayamıyorum. Kürt özgürlük hareketinin hangi medya organına baksam hep böyle. Bu medya organlarında “Kahpe TSK bombası” türü tek bir manşet yok.

“Alçaklar küçük kızı öldürdü” türü bir yakınma da yok. Bakıyorum, bir HPG bayrağı önünde birkaç resim. Altında doğum yeri, tarihi, kod ismi ve gerçek ismi ile vurulduğu yer hakkında kısa bir açıklama. Hepsi bu kadar. Bir de, “taziye çadırları”… Buralarda sessiz, sakin, kimi zaman mağrur bir hava. Ve medyaya yansıyan, “barış” sözleri.

Neden acaba? Neden “Alçak TC devleti” türü ucuz haykırışlar yok? Neden “kahpe hükümet” türü lümpen bağırışmalar yok? Neden?

Acaba bunlar, ölen çocuklarına yanmıyorlar mı?

Kalpleri taş mı bağlamış?

Belki de artık göz pınarları kurumuş da, göz yaşları akmıyor?

Hangisi acaba?

Tamam, onlar, ölen evlatlarının acısını bağırlarına taş gibi bastırmış, mağrur bir edayla, evlatlarının ardından Yasinler okuyor.

İyi de, bu Kürtlerin siyasetçileri neden “durumdan vazife” çıkarmıyor?

Denecek ki, “çıkaramazlar, yasaktır”.

Boş versenize…

Ortada yasak mı kaldı? Kürt coğrafyasında yasak var var olmasına da, dinleyen yok.

Kürt siyasetçisi neden her ölen HPG’linin arkasından toplumda Türkiye Cumhuriyetine, onun Hükümetine, onun ordusuna, polisine, memuruna karşı “kin, nefret, intikam” duygularını körüklemiyor? Savaşta, Kürtlerin “düşman” saydıklarına karşı “kinlenmeye, nefrete, intikama” ihtiyaçları mı yok yoksa?

Bu Kürtler gerçekten de, acaba “savaş” koşullarında yaşadıklarını mı bilmiyorlar, yoksa, onlar, her şeye rağmen, başlarına gelen bu savaş belası karşısında, “ahlaki” olan bir tutum takınıyorlar.

Sanırım, Kürtler, “ulusal ve toplumsal içgüdüyle”, savaşın er geç sona ereceğini, ama savaştaki ölümlerin acısından daha çok, o ölümlere karşı kışkırtılan “nefretin” süreceğini biliyorlar. Biliyorlar ki, yüreklerdeki ölüm acıları er geç yatışır, ama bir kere kışkırtıldıktan sonra, “ulusal nefret” denilen iğrenç duygu, o duygudan yarar umanların elinde onlarca yıl halkları birbirine düşman eder…

İşte, belki de bu “ulusal ve toplumsal içgüdü”nün eseri olarak, ne halkın arasında, ne de Kürt siyasetçilerinin arasında, ölen PKK’lilerle ilgili, Türk olan her şeye karşı bir “nefret” yaratmaktan kaçınılıyor.

Herkes bu ahlaki tutuma şahittir. Kürt coğrafyasında Türk “düşmanlığı” yok. Türk “azınlığa” karşı linç kampanyaları yok. Ölümün orada da acısı var. Ama orada “ölüm acısı”nın “nefrete” dönüşmesi yok. Çünkü bu acıyı nefrete dönüştüren medya yok, siyasetçi yok, köşe yazarı yok.

Ya “bizim Türklerin” cephesinde ne oluyor?

Onlar, bir savaş içinde olduklarını unutmuş görünüyorlar.

Ve çok tehlikeli bir iş yapıyorlar.

Sivil Türk toplumu içinde, Kürt olan her şeye karşı “nefret” kampanyaları yaratıyorlar. Ölen her askerin arkasından, akıl almaz bir öfke seli örgütlüyorlar.

Neden?

Sivilleri neden kışkırtıyorlar?

Amaçları ne?

Sivilleri de mi savaşa sürmek istiyorlar?

Kışkırtılan sivil Türklerin sivil Kürtlere saldırması için mi çaba harcıyorlar?

Sorun ne?

Ordunun “düşmana” karşı savaş gücünü mü bu yolla arttırmak istiyorlar? Ortada böyle bir “zaaf” mı var? Halk, sivil toplum, kendi “ordusunu” karşıdaki “düşmana” karşı desteklemiyor da, bu “ihaneti” mi gidermeye çalışıyorlar?

Dert ne?

Savaşta vurulan asker “nedensiz” ölmüyor?

Bu ülkenin Başbakan’ı “kömür madeninde ölüm mesleğin gereği, işin kaderi” diyor da, cephede savaşan askerin ölümü “doğa üstü” bir iş gibi algılanıyor. Bir “kınalı kuzu” yakınmasıdır gidiyor. O “kınalı kuzuyu” siz “en büyük asker bizim asker” diyerek cepheye göndermediniz mi?

Neden “düşmana karşı kahramanca savaştı ve toprağa düştü” demiyorsunuz da, “kahpe bir saldırıya uğradı, henüz baharındaydı da, kara topraklara düştü” diyerek ağlıyorsunuz?

Her şeyin bir ahlakı olur. Savaş, insan yaşamından çıkarıp atmak istediğimiz bir vahşet olsa bile, onun da bir ahlakı olmalıdır.

Savaşıyorsan, ve “On Emir”e aykırı olarak “öldürüyorsan”, “öldüğün” zaman “ah” demeyeceksin, ölen karşısında “vah” demeyeceksin, madem kan akıtmayı göze aldın, gözünden yaş akıtmayacaksın.

Biz sana “savaşma”, “öldürme” diyoruz, ama savaşacaksan, ahlaklı savaş.

Hele sahte göz yaşları dökme.

Halkı kışkırtma.

Onun yüreğindeki evlat acısını “nefrete” dönüştürme.

Çünkü, savaş er geç sona erecektir.

Öldürebildiğin kadar insanı öldürdün.

Bari, gelecekte Türk-Kürt kardeşleşmesini öldürme.

Anladın mı? Ahlaklı ol!..



VEYSİ SARISÖZEN

Hiç yorum yok: