28 Haziran 2010 Pazartesi

Kürt Sorunu ve Irkçılık

Türk ulus-devlet paradigmasının sonucu olarak ortaya çıkan Kürt sorunu sosyal bilimler tarafından -yeterli olmasa da- günümüze kadar farklı boyutlarıyla araştırıldı, tartışıldı ve tartışılıyor. Kürt sorununun çözümünde Kürtler tarafından doğal olarak siyasi, kültürel ve ekonomik talepler dile getiriliyor. Talepler noktasında Kürt tarafı ile devlet arasında herhangi bir konsensus olmasa da, hükümet tarafından devam ettirilmeye çalışılan ‘Kürt açılımı’, ‘demoktratik açılım’ veya ‘milli birlik projesi’ Türk toplumunda ırkçılık fenomenin değer kazanmasına ve yükselmesine yol açıyor. Bu açıdan Kürt sorununu salt bir siyasi, kültürel ve ekonomik sorun olarak değil, aynı zamanda bu taleplerin sonucu olarak ortaya çıkan ‘ırkçılık’ fenomeni çerçevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Son dönemlerde batı yakasında Kürtlere karşı gelişen  ırkçılık (İzmir ve Çanakkale olayları) birebir ‘ırk’ ile ilgili değildir, aksine direk ‘ırkçılık’ idolojisiyle ilgilidir[1].  

Genel olarak ırkçılığın ‘ırktan’ geldiği / türediği düşünülebilir. Fakat bunun tersi realiteye daha uygundur, çünkü ‘ırk’ ırkçılık tasarımları sonucu olarak ortaya çıkıyor. Günümüzde bile bazı yazarlar toplumlardan bahsederken ‘Türk ırkı’, ‘Kürt ırkı’, ‘Alman ırkı’ vs. diye tanımlama yapabilmektedirler. Oysa ‘ırk’ kavramı ikinci dünya savaşından sonra tarihin çöp sepetine atıldı. Ayrıca sosyal bilimlerin geldiği nokta, ‘ırkın’ tamamen bir construct (inşa edilmiş / uydurulmuş) olduğudur. Bu açıdan herhangi bir insanı dilinden ve genetik verilerinden dolayı belirli bir ırka atfetme dönemi kapanmıştır ve bunun toplumsal karşılığı bulunmamaktadır. Çünkü insanın kökeninde şecere aranmaz; bu, sadece hayvanlara mahsustur. Yani temel sorun insanların geldiği farklı etnik kökenler değildir, aksine bunu ırk olarak algılayıp hareket eden ırkçılık tasarımı ve idolojilerindedir.

Burada ırkçılık bir toplumsal proje ve iktidar ilişkisi olarak çıkıyor karşımıza. Bu ırkçılık fenomeni Sosyal Darwinizm ile ortaya çıkıp Nazizim ile sona ermedi, aksine günümüzde form ve renk değiştirerek daha çok siyasal, sosyal ve kültürel ilişkilerde varlığını devam ettiriyor. Tarihsel açıdan ırkçılığın izleri antik Yunan dönemine kadar geriye gider ve ustaları büyük düşünürler olarak karşımıza çıkar. Orta çağdan sonra gerçekleşen köle ticaretinin meşruiyet kökleri Aristo’ya kadar geriye gider. Aristo’ya göre ‘doğa’ özgür insanı ve köleyi ayrı şekillendirmiştir; özgür insanın görevi devleti yönetmektir, köle ise ağır işlerde çalışmak zorundadır. Aristo’nun kölelik ile olan düşünceleri modern dönem ırk teorisyenlerinin ilham kaynağı olmuştur. Çünkü Aristo’ya göre kölelerde vernunft (akıl) eksiktir. Bundan dolayı da sadece efendilerine hizmet etmek zorundadırlar. Aristo kölelerde ‘aklın’ olmayışını ‘doğa’ kanununa dayandırır ve böylelikle onların kendi siyasi taleplerini elde etmeleri önünde engel olur. Antik Yunan döneminde köleler Aristo gibi düşünürler tarafından barbarlık ile eşdeğer görülür ve insanlığın gerçek ‘kültür taşıyıcılarının’ sadece Yunanlar olduğunu ifade ederler. Toplum içinde zengin, asil ve şahsiyeti olmayanlar (mesela kadınlar, köleler, barbarlar vs.) kültür taşıyıcısı olarak kabul edilmezler. Güç, iktidar ve bilgi sahibi olmayanlar kültürden ve akıldan yoksun olarak değerlendirilirler. Bu şekilde ırkçılığın temeli ‘kültür’ olgusuna dayandırılır. Kültür olgusu modern dönem ırkçı teorisyenlerinin de kullandıkları temel araç olmuştur.

Temelleri antik Yunan döneminde atılan ırkçılık düşüncesi daha sonra Avrupa’da aydınlanma dönemi felsefecilerinin de ilham kaynağı olmuştur. Modern ırkçılığın gelişiminde ünlü düşünür Immanuel Kant’ın fikirleri önemli bir yer kaplar. Kant’ın ırkçılığı evrenseldir ve bütün insanlık için geçerlidir. Temelinde ‘kültür’ ve ‘medeniyet’ vardır. Kant ‘kültür ve medeniyet’ sahibi olarak sadece dönemin Avrupa’sını görür. Kant ‘medeniyetin’ merkezine vernunft’u (aklı) koyar ve bunun sadece Avrupalılarda olduğuna inanır; siyahları Aristo gibi akılsız olmakla tanımlar ve onları sadece iş gücü olarak değerlendirir.

Özellikle Aristo ve Kant’ın felsefik düşünceleri ırkçılığın sistematik olarak gelişimine önemli katkılar sunmuştur. Yeni dönem ırk teorisyenleri bu düşünürlerin fikirlerinden yararlanmış ve Nazi dönemine kadar uzanan ırkçılık vahşetinin temellerini atmışlardır. Doğada sadece güçlünün yaşama hakkının olduğu Sosyal Darwinizmden insan vucudunun laboratuvarlarda kullanıldığı ‘kafatasçı’ projeler bu şekilde gelişmiştir. Bunun Türkiye’ye yansıması Kemalizmin ırkçılık döneminden (1930’lu yıllar) biliniyor. Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Atatürk’ün evlatlık kızı Afet İnan’ın Antropoloji alanında kafatası çalışmaları Türkiye’de ırkçılığın kuramsal açıdan temelini oluşturur. Fakat günümüzde ırkçılık artık kaba anlamıyla belirtilen bu kafatasçı anlayışa dayanmıyor; bu, özellikle ikinci dünya savaşının yarattığı tahribattan dolayı uygunalanacak bir toplumsal proje olmaktan çıkmıştır.     

Günümüzde ırkçılık genetik-biyolojik farklılıklardan ziyade, daha çok sosyal, siyasal, ekonomik alanlarda hayat buluyor. Bunun Türkiye’ye yansıması büyük bir topluluk olarak Kürtlerin hak ve eşitlik talep etmesinden kaynaklanıyor. Ekonomik durumu nispeten iyi olan bölgeler günümüzde daha çok ırkçı olabiliyorlar. Çünkü dışardan gelen ‘yabancının’ (Kürtler) kendi yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkıntıların sebebi olarak görüyorlar. Batı yakasında gelişen ırkçı düşünce Kürtlerin genetik-biyolojik farklılıklarından kaynaklanmıyor, aksine Kürtlerin eşit siyasi ve ekonomik hak taleplerinden kaynaklanıyor. Nispeten zengin olan bölgelerdeki insanların kafalarında şöyle bir klişe ve korku var: Kürtler buraya geldiler işimizi gücümüzü kaybedeceğiz ve fakirleşeceğiz; Kürtler siyasal haklar istiyorlar ülke bölünecek. Yukarıda belirtilen ırkçılığın renk değiştirdiği nokta burasıdır; ırkçılık burada hak ve özgürlük talep eden toplumsal kesime karşı bir baskı aracı olarak gelişiyor. Başka bir ifadeyle, Kürtlerin mücadelesi ve siyasal talepleri batı yakasında gelişen / geliştirilen ırkçılık hareketi ile ezilmek isteniyor.

Batı yakasında gelişen bu ırkçılığı Kemalist ulus-devlet anlayışından ayrı ele almak büyük bir yanılgı olur. Aristo nasıl devleti yönetecek insanın asil, güçlü, akıllı ve şahsiyetli olmasını şart koşup, köleleri akılsız ve doğanın bir sonucu olarak algılamışsa, Kemalist ulus-devlet anlayışı da devletin asıl sahiplerinin sadece Türkler olduğunu manifesto haline getirmiştir. Devlet tarafından geliştirilen bu anlayış sonucu Türk toplumunun ezici çoğunluğu gerçekten de kendilerini devletin asıl sahibi olarak görürler ve Kürtleri ‘hizmetçi’ katagorisine koyarlar. Bunu 1930’lu yıllarda açık dile getiren Mahmut Esat Bozkurt’tan günümüze fazla bir şeyin değiştiğini söylemek mümkün değil. ‘Kültür taşıyıcıları’ Kemalist devlet anlayışına göre sadece aydınlanmış ve uygar Türkler olabilir; burada ne Kürtlerin ne de uygarlaşmamış müslümanların devleti yönetme ve iktidar sahibi olma gibi bir hakları bulunmamaktadır. Bu, Kemalist ‘medeniyet’ paradigmasının dışa vurumudur ve kökleri yukarıda belirtildiği gibi Kant’a kadar uzanır. Kemalist ‘medeniyet’ anlayışı Kürtleri gelişmemiş, ilkel, feodal, gerici olarak görür ve bundan dolayı da ‘kültür taşıyıcısı’ olarak kabul etmez. Bu açıdan batı yakasında Kürtlere karşı gelişen ırkçılığı salt bireysel bir tepki olarak algılamamak gerekir, aksine Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerine karşı gelişen / geliştirilen bilinçli bir bastırma hareketi olarak değerlendirmek daha doğru olur.      



[1] Bu makaledeki ‘ırk’ ve ırkçılık’ kavramları ve teorileri Wulf D. Hund’un ‘Negative Vergesellschaftung. Dimensionen der Rassismusanalyse, Münster 2006’ adlı eserinden faydalanarak yazılmıştır.   


topcuoglus@yahoo.de

Hiç yorum yok: