30 Haziran 2010 Çarşamba

Kökler -II

Kök denildiğinde akla hemen atanın gelmesi ve kadının dışlanması, çarpık erkek egemen bakış açısının uluslaşma olgusu bakımından da ne denli etkili ve belirleyici olduğunu gözler önüne sermektedir.


 Ali Haydan KAYTAN


Kök denildiğinde akla hemen atanın gelmesi ve kadının dışlanması, çarpık erkek egemen bakış açısının uluslaşma olgusu bakımından da ne denli etkili ve belirleyici olduğunu gözler önüne sermektedir. Sınıflaşmaya bağlı olarak erkeğin egemen duruma yükselip kadını geri plana itmesini, giderek köleleştirmesini ve sıfırlaşma noktasına dek düşürmesini varoluşun ve kökleşmenin başlangıcı saymak, erkek egemenliğine meşruiyet zemini hazırlama dışında bir anlam taşımamaktadır. Burada tarih erkekle başlatılmakta ve insanlık tarihi erkeğin tarihine dönüştürülmektedir. Tarihin sahibi olan ve talihi yaver giden ‘insanoğlu’, insanlığın hamurunu yoğuran ve mayası olan kadını artık tarihin dışına atmıştır. İnsan artık oğul ile anlatılmakta, insan soyu insanoğlu kavramına sıkıştırılmaktadır. Dolayısıyla kök arayışı da esasta bu oğul’u ilgilendirdiği için, onun kendi köklerini zor’un mucidi ve uygulayıcısı olan atalarının kanlı tarihinde bulması kaçınılmazdır. Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılması söylencesiyle başlangıçta erkeğin sıradan bir eklentisi yapılan kadın zamanla bu statüsünden bile uzaklaştırılmış ve yokluğa mahkûm edilmiştir. Tıpkı geçmişte Kürt halkına dayatılan statüsüzlük veya kimliksiz kölelik gerçeğinde görüldüğü gibi, kadın artık bir parya olarak bile kabul edilmemekte ve tamamen hiçleştirilmektedir. Kürt gibi kadın da yoktur.
Bu erkekler dünyasında tarihsel bir kişilik olarak tarih içinde kayıp olsa da, bu dünyanın kavimleri tarafından hala resmen tanınmasa da, bu dünyanın çarklarının nasıl döndüğü konusunda Kürt halkı-nın bir bilgeliği vardır. Kürt halkı için bu dünyayı anlamak, onu kendi özgürlük isteklerine göre yeni-den gerçekleştirmek demektir. Aynı şey kadın için de fazlasıyla geçerlidir. Kürt insanı kendisini halk olarak bir araya getiren henüz tamamen keşfedilmemiş tarihi ve onun bugünkü bilincini, bu bilincin karşılığı olan eylem ve yaşamı anlamaya çalışmaktadır. Hiçleştirilmeye dek vardırılan bir parçalanma ve dağılma noktasından gelip kimlik kazanan ve halklaşan Kürt insanını birleştiren şey, başta özgür yaşam olmak üzere insanlığın en köklü değerleridir. Yeni Kürd’ü anlamak, ancak bu bağları ve bu tarihi anlamakla mümkün olabilir. Bu da tarihi gerçekleştirmekle aynı şeydir; dünyaya hükmeden ölçüsüz bir ahlaksızlık ve yalancılık düzeninin ‘tarih bitti’ dediği yerde, tarihi daha radikal bir biçimde, özgür insanlık temelinde gerçekleştirmektir. Bitti denilen şey aslında egemen erkeğin yalanlar üzerine kurulu kirli tarihidir. Bu erkeğin yeryüzünde bina ettiği yalan imparatorluğunun temelleri çatırdamakta, oluşan çatlaklardan yepyeni bir insanlık doğmaktadır. Varoluşumuzun kaynağında yer alan özgür insanlık, asıl yaratıcısıyla yeniden buluşmakta ve yeni tarihe yön vermeye başlamaktadır. Bu yeni tarih yapıcı güç genelde kadın, özelde ise Kürt halkıdır.
Buradaki yeni sıfatı aynı zamanda en kadim olanı anlatmaktadır. Yeni tarih yapıcı güç kadimdir, çünkü varoluşun başlangıcı ondadır. Onun yeni olması ise, ıskartaya çıkarılır gibi devre dışı bırakılıp tarihsel gelişme sürecinin dışına atıldığı noktadan tarihe yeniden giriş yapmasını ifade etmektedir. Erkek pa-tentli olarak gelişen uygarlığın unutturmak istediği kadın gibi Kürt de tarihin çocuğu olarak kalmıştır. Başlangıçla çocukluk aynı anlama gelmektedir. İnsanlığa başlangıç yaptıran kadının adeta neolitik dö-nemde çakılıp kalması, onun çocuk kalmasının temel nedenidir. Büyüdüğü ve geliştiği söylenen güç erkektir. Fakat gelişmesine imkan sunan toprağı yadsıdığı için bu erkeğin gelişmesi çarpıktır; insanlı-ğın asli unsurunu yok saydığı için büyümesi oldukça dengesizdir. Asli unsurunu kesinlikle kadının oluşturduğu insan ve insanlık olgusu bir bütünlük içinde ele alındığında kendi anlamını bulabilir. Bu bütünlükten kopan erkeğin özünde insanlıktan koptuğunu söylemek gerçekçidir. Ne denli ürkütücü görünürse görünsün gerçek budur. İnsanlığa özünü kazandırdığı inkar edilse ve bunun yerine kadın sadece insanlığın yarısı olarak değerlendirilse bile, bu yarımlık yan artık olmadığına göre, erkeğin kendisini insanoğlu olarak adlandırması da fazlaca bir anlam ifade etmemektedir. O artık yalnızca er-kektir; artık insan ve insanlık yoktur, erkek ve erkeklik vardır. Bu açıdan erkeğin insanlığa sahip çık-ması, aslında kendisine sahip çıkmasından farksızdır. Dolayısıyla bir kez kadın kaybolunca insanlığın da kayıplara karışması kaçınılmazdır. Uygarlık tarihinin gözden kaçırılan ya da kaçırtılan yüzü böyle-dir.
Aslında Kürt halkına özgü bir düşünce ve yaşam biçimi olan Alevilikte, ham insanın içinden geçip ol-gunlaştığı dört kapıdan söz edilir: Yol anlamına gelen tarikat kapısından içeri giren acemi, ikinci aşama olan şeriatta paylaşmasını öğrenir; adalete uygun davranmak, “şu senin bu benim” demeyi gerektirir. Bunun ardından gelen marifet aşamasında gerçeğe biraz daha yaklaşılmış gibi görünür, oysa hakikat hala uzaktır. Marifet kapısından geçen insanın öğrendiği şey ortaklık bilincidir; o artık “hem senin hem benim” diyecektir. Hakikat aşaması, insanın pişip olgunlaştığı aşama, “ne senin ne benim” diyebildiği aşamadır. Hakikat ya da onunla aynı anlama gelen olgun insan, belleğinden mülkiyet duygusunu silip atmış insandır. Ortak kullanmayı ifade eden kolektif mülkiyet de yine bir mülkiyet türüdür. Mülkiyetin bu biçimine geçiş gerçekten bir marifet işidir, ancak insanlığın hakikati değildir. Hakikat, mülkiyet biçiminin yanı sıra mülkiyet duygusunun da yok olmasını gerektirmektedir.
Neolitik dönemin birçok özelliğini koruyan Alevi Kürd’ünün bu anlayışa ulaşması oldukça anlamlıdır. Gerçekten de neolitik toplum insanında mülkiyet olgusu ve düşüncesi yoktur. Hem özel hem de kolek-tif mülkiyet anlamında bu böyledir. Malikin olmadığı yerde ne mülk, ne memluk, ne de melik var olabi-lir. Orada yaşayan insan özgürdür. Özgürlük insanların birlikte üretme, yaratma ve paylaşma sevin-cindedir. Belki insanların nesi vardı ki paylaşsınlar diye sorulabilir. Ama böyle bir soru doğru değildir. İnsan bu dönemde ata gem vurmayı ve rüzgârı dizginlemeyi, yine sabanı, tekerlekli arabayı, yelkenli kayığı, bakır cevherini arıtmayı ve madenlerin fiziksel niteliklerini öğrenmiştir. Yazıyı, sayı ve ölçü birimlerini geliştirmiş ve böylece uygarlığa geçişin gereksindiği her şeyi yaratmıştır. Gordan Childe’in de belirttiği gibi, Galileo’ya gelinceye dek tarihin hiçbir döneminde bilgi gelişimi böylesine çabuk, büyük buluşlar böylesine sık olmamıştır. Daha öncesinde ve hatta sonrasında yaşanan gelişmelerle kıyaslandığında, bu dönemin insanlığı adeta sihirli ayakkabılar giymişçesine hızlı bir gelişme temposunu yakalamıştır. Üstelik baskı ve sömürü denilen şeyi bilmeden, özlemini duymadan özgürlüğü bizzat yaşayarak, yaratıcı emeğin büyük sevincini yüreğinde duyup hemcinsleriyle paylaşarak bunu başarmıştır.
Kısaca özetlemek gerekirse, Nevala Çori ve öteki alanlarda yapılan arkeolojik kazılardan çıkan bulun-tulardan da anlaşılacağı üzere, Urfa neolitik devrimin yaşandığı Yukarı Mezopotamya’nın en önemli alanlarından biridir, hatta en önemlisidir. Toprağa yerleşme, ev kurma, toprağı ekip biçme, bitki yetiş-tirme, seçmesini bilerek ot, kök ve ağaçları geliştirme burada başlamıştır. Buna bağlı olarak hayvanları evcilleştirme ilkin buralarda başarılmıştır. Buğday, arpa, patates gibi bitkilerin besin değeri yüksektir. Bu üretimin temel gücü kadındır, dolayısıyla düşünce gücü bakımından kadın yine ön plandadır. Aynı şekilde dili geliştiren de kadın olmuştur. Üretimdeki yüksek temsil gücü kadının tanrıça olarak kutsanmasına götürmüştür. Mana denilen gizil güçle dolu olduklarına inanılan doğadaki çeşitli varlıklara da benzer bir kutsallık atfedilmiştir. Ancak tanrıça kültünde efendi-kul ilişkisi yoktur. Kadın ile erkek arasındaki ilişki eşit ve özgür temellere dayalı bir ilişkidir. Yaratıcı güce ve yeteneğe dayalı ana tanrıça inancı, insanın kendine anlam yükleme çabasının bir sonucudur. Kutsallaştıran, kutsallaştırılanın özellikleriyle donanmak istemektedir. Yıldız, ay ve güneş sembolleri ana tanrıçayı anlatan sembollerdir. Tanrıça İştar (Sterk, Astare) kültü, neolitik toplumun ağırlığını kadının oluşturduğu özgürlükçü ve eşitlikçi toplumsal yapısına özgü bir düşünce ve inanç biçimidir.
Yukarı Mezopotamya’da insanlığın ilk büyük devrimi olan ve insani varoluşu kesinleştiren neolitik devrimin öncü güçleri, Sümerlerin Horrit (Yüksek Memleketliler) olarak adlandırdığı Kürtlerin atala-rıdır. Aryen olarak da bilinen bu topluluklar tarımcı topluluklardır. Bu topluluklar sadece tarımsal üretimi keşfetmek ve hayvan evcilleştirmekle sınırlı kalmamışlar, neolitik devrimin ikinci aşaması olan köy devrimini de geliştiren topluluklar olmuşlardır. Uygarlık tarihi bu tarım ve köy devriminin ortaya çıkardığı büyük üretim artışı ve toplumsallaşma temelinde gelişme sağlamıştır. Yani Kürtlerin kökleri neolitik toplumun yaratıcı topluluklarındadır ve uygarlığın köklerinde Kürt anaları ve ataları vardır. Bu gerçekler Başkan APO’nun önderlik ettiği Kürt uluslaşmasının özünü ve rengini belirlemektedir. Tamamen özgün bir karaktere sahip olan bu uluslaşma; esasen Ermeni, Rum ve Kürt karşıtlığı temeli-ne dayalı Türk uluslaşmasında olduğu gibi belli bir etnik veya ulusal topluluğa karşı nefretin körük-lenmesine dayandırılan bir uluslaşma değildir. Bu uluslaşmada esas amaç, insanlığa beşik olmuş bir coğrafyanın en kadim halkını mahkum edildiği kimliksiz kölelikten kurtarmak, onu özgür insanlık te-melinde yeniden var ederek kendi kimliğiyle dünya hakları ailesi içinde yer almasını sağlamaktır.
Özgür insan ya da birey, Kürt uluslaşmasının hücresidir. Bu uluslaşmada kadının oynadığı rol oldukça önemlidir. Kürt kadını mücadeleye kitlesel katılımı ve Apocu özgürlük anlayışına tutkulu bağlılığıyla bu uluslaşmaya kendi rengini vermektedir. Başka bir deyişle Kürd’ün kurtuluşu özünde kadının kurtuluşudur. Kürt halk gerçekliğinde hala etkili olan neolitik özellikler ve Kürd’ün üzerinde kendini var ettiği neolitiğin özgür insanlık temeli bunu gerekli ve kaçınılmaz kılmaktadır. Bunu uluslaşmadan çok özgür insanlığı fethetme biçiminde tanımlamak belki daha doğru olabilir. Başkan APO’nun çabalarının merkezine özgür insanı yaratmayı yerleştirmesinin anlamı da burada gizlidir.
Köklerinde evrensellik bulunan bir halkın bir yandan dar feodal çitleri parçalarken, diğer yandan biraz daha geniş bir alanın etrafını çitlerle örmeyi ifade eden ulusal devlete sahip olmayı en temel amaç olarak benimsemesi kesinlikle tutarlı bir yaklaşım olmayacaktır. Neolitik toplum geliştiği tüm alanlarda bugünkü deyişle en kapsamlı küreselleşmeyi yakalamış olan bir toplumdur. Çünkü neolitik toplum aşamasını yaşamamış hiçbir halk topluluğu bulunmamaktadır. Onun evrenselliği bir yönüyle buradadır. Öte yandan temsil ettiği eşit ve özgür ilişkiler kadar, kadının toplumda öne çıkan konumu bakımından da evrensel bir karaktere sahiptir. Günümüzde bile eşitlik, baskısız ve sömürüsüz bir dünya, kadın özgürlüğü ve kadın-erkek eşitliği, devletin sönüp yok olması gibi düşüncelerin hala insanlığın ütopyası olmaya devam etmesi, bu evrenselliğin büyük gücüne işaret etmektedir. Kürt halkının bu düşünceleri öteki halklardan daha büyük bir kararlılıkla benimseyip hayata geçirmeye çalışması, kendi köklerinde bulunan bu özgür insanlığa bağlıdır.
Yurtseverliği dar anlamda sadece bir toprak sevgisi olarak ele almak elbette yetersizdir. Halka derin sevgi ve bağlılıkla birleştirilmemiş bir yurtseverliğin ciddi bir değeri yoktur. Halkın çıkarlarını esas almak ve kendi vatan toprakları üzerinde özgürce yaşamasını sağlamak, halkın kendi gelişme potansi-yelini değerlendirebileceği koşulları yaratmak, böylece eşitliğe ve özgürlüğe bağlı bir halk haline gel-mesi için mücadele etmek yurtseverliğin en doğru tanımıdır. Bu açıdan bakıldığında yurtseverliğin bir eylemlilik durumunu ifade ettiği rahatlıkla söylenebilir. Hele bu ülke parçalanmış bulunan ve sömürge bile olamayan Kürdistan’sa, hele söz konusu olan Kürt halkı gibi kimliksiz köleliğe mahkum edilmiş bir halksa, bu ülke ve halkı için süreklilik arz eden bir eylemlilik içine girmeden, vatana ve halka bağlılık ve sevgiden bahsetmek kendini kandırmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.
Kürdistan’da ülke ve ulus bilincinin doğuşu ve gelişimi Apocu Hareketin tarih sahnesine çıkmasına bağlıdır. Daha öncesinde Kürt toplumunda yurtseverlik ciddi bir değer taşımadığı iyi bilinmektedir. Kürdistan’ın devletlerarası sömürge statüsüne karşı en azından görünür bir tepki söz konusu değildir. Kimliksiz kölelik koşullarında yok oluşa sürüklenen Kürt halkını özgürleştirmeyi amaçlayan bir gelişmeden söz etmek olanaksızdır. Bu dönemde en anlamsız şeyler için kan dökme bir gelenek haline getirilip aile ve aşiret çıkarları için boğazlaşmayı andıran eylemlere başvurulurken, en temel ulusal ve insani değerler uğruna bir şeyler yapmak akla bile getirilmemektedir. Ortadoğu gerçeğinde sıkça sözü edilen lanetli toplum gerçeği işte budur. İnsanlığı var eden temel değerlerin kaynağında yer almak, ancak giderek bu değerlerle bağlarını koparmak ve sanki böylesi değerler yokmuş gibi yaşamaya rıza göstermek, lanetli toplum durumuna düşmenin ürkütücü gerçeğini anlatır. Bu lanetlenmişlikle şiddetli bir mücadele ortamında şekillenen yeni Kürt yurtseverliği öze dönüşün, halk olarak yeniden dirilişin, insanlık değerleriyle buluşma ve bu değerler için hayatını ortaya koymanın, kölece yaşamı reddetme ve özgür yaşamda karar kılmanın görkemli gerçekleşmesidir. Bu açıdan diriliş devrimi, Kürt halk tarihinin en büyük yurtseverlik eylemidir.
Kuşkusuz bu mucizevî diriliş devrimi Başkan APO’nun eseridir ve bu devrimin ipuçları onun çocuklu-ğunda gizlidir. Başka bir deyişle, tarihsel ve toplumsal kökleri üzerinde yeniden hayat bulan özgür Kürt gerçekleşmesi, Başkan APO’nun ilk isyanından başlayarak gelişmiştir. Nitekim Başkan APO, “Ben yedi yaşımdan beri yurtseverlik yapıyorum. Annem bana aileci düşmanlığı ve özgürlüksüzlüğü dayattı. O zamandan beri koptum ve yurtseverlik ve özgürlük duruşumu şu ana kadar da koruyorum” derken bunu dile getirmektedir. Başkan APO’nun daha çocuk yaştayken koptuğunu belirttiği şey özü itibariyle lanetli toplum gerçeğidir; onun değer anlayışı ya da değersizliğidir. Kendisine düşman diye sunulan ve intikam alınması istenen hedefe yönelmek yerine onunla bağ kurmak, geleneksel feodal parçalanmışlık ve çatışmaya karşı ulusal birliği esas almak anlamına gelmektedir. Önder Öcalan’ın, annesinin telkinleri ve geleneklerin dayatması hilafına Hasan Bindal ile kurduğu ilişki özünde ulusal birliğin prototipidir.
Parçalanmanın hücrelerine dek nüfuz ettiği bir halkı bilinçlendirip aydınlatmadan, onu örgüte ve ey-leme çekmeden hangi yurtseverlikten söz edilebilir? Adı mezar taşlarında bile bulunmadığı iddia edi-len ve kendi gerçekliğinden ciddi ölçüde kopuşla birlikte bu iddianın pratikte de doğrulanmış gibi gö-ründüğü bir ülke ve halkın yaşadığı bu kahredici duruma müdahale etmeden, yurtseverlik bir yana, insanım demek bile mümkün müdür? Kim ne derse desin, Apocu Hareketin derinlere işlemiş yurtsever karakteri, onun sayıları on binlerle hesaplanan şehitler gerçeğinde kanıtlanmıştır. Ruhunu ve bedenini Kürdistan toprakları üzerinde özgür bir yaşamın yaratılmasına adayan on binlerce yiğit genç kız ve delikanlının gözünü kırpmadan şahadete ulaşması olmasaydı, acaba Kürdistan adı bir değer ifade edebilir miydi? Apocu Hareket Kürdistan’ın fethine doğru ilerleyen bir özgürlük yürüyüşüdür ve nihai hedefinde tüm insanlığın özgürlük temelinde fethedilmesi vardır. Şehitler gerçeği Kürt halkını bu parlak geleceğe bağlayan yıkılmaz bir köprü özelliğine sahiptir. Yerelliği evrenselliğe bağlayan bu köprü geleceğimizin en sağlam güvencesi, demokrasi ve özgürlüğün fethedilmesinin garantisidir.
2500 yılı aşkın bir süre boyunca zulüm ve zorbalık sisteminin işgal koşullarında yaşamasına rağmen, Kürt halkının kendi vatan topraklarını terk etmemesi ve kendi kimliğine ve kültürüne bağlılığını sür-dürmesi, onun yurtsever karakterinin büyük gücüne işaret etmektedir. Bu bağlılıkta dağın yeri ve rolü son derece önemlidir. Dağ, hemen her zaman özgürce yaşamak isteyen Kürd’ün sığınağı olmuştur. Bu anlamda dağ Kürt insanı için özgür yaşam umududur. Çevresinde sınıflı toplum uygarlığının geliştiği ve gelişen her uygarlığın hâkim olmak için işgal etmeye çalıştığı Kürdistan coğrafyası aynı zamanda bitmek bilmeyen bir direniş sahası durumundadır. Ovadaki Kürtlük işbirlikçiliği benimserken, dağdaki Kürtlük işgal ve köleleştirmeye karşı özgür yaşamakta kararlılığa denk düşmektedir. Etrafında yükselen ve dışa doğru yayılmaya çalışan sınıflı uygarlık sistemine karşı yükselttiği direniş bayrağı, Kürt halkını tarihte özgürlük, yurtseverlik ve özgür yaşam düşüncesinin de öncüsü kılmıştır. Yurt edinilmiş toprakları savunma, zulüm ve zorbalığa karşı direnerek özgürlüğünü koruma ve bağımsız yaşama gibi soylu düşüncelerin vazgeçilmez, dokunulmaz ve devredilmez karakteriyle insanlığın kutsal değerler hazinesindeki yerini alması, Kürt halkının yüzyıllara yayılan direnişinin eseridir.
Her insanımızı vatan ve dağ kavramıyla bütünleştirmek, bu çerçevede herkesi siyasetin içine almak, örgütlenme bağlarıyla herkesi birleştirmek Başkan APO’nun bitip tükenmek bilmeyen çabalarının özünü oluşturmuştur. İnsanımızı basit sevgilerden, hatta sevginin de ötesinde küçücük tatminlerden uzaklaştırıp daha büyük arzular ve heyecanlara bağlama biçiminde somutlaşan bu çaba olmasaydı, acaba bu ülke ve halk gerçekliğinde insanlık onurundan söz edilebilir miydi? Hayır, kesinlikle söz edi-lemezdi. Dolayısıyla Başkan APO’nun aşağıdaki cümleleri bugün hala yurtseverliğe nasıl yaklaşmamız gerektiği konusunda bize ışık tutuyor:
“Dağa göre ideolojikleşme benim kati inancımdır. Belki bunun içinde siyaset var, özgür insan var, asker-lik, gerilla var, hatta taktik anlamda bile bir yön var. Bunların hepsi birleştirilmeden yaşam şansını ka-zanmanız, yaşamın imkânını elde etmeniz mümkün değil. Hayalleriniz, ütopyalarınız buraya fazla bağ-lanmamıştır veya bağlanması laf düzeyindedir. Çünkü çoğunuzu yolladık, dağa ulaştırdık; ama hepiniz perişan bir biçimde, sanki dağda kanatlarınız kırpılmış bir biçimde indiniz. Evcil hayvanlar gibi ova köy-lerine yöneldiniz. Ben bunu çok büyük bir tehlike olarak gördüm. Evcilleşme eğer sağlam, kendini savun-maya alan bir toplum temelinde olmazsa felaket getirir ve getirmiştir de... Bir özgür dağ umudu herhalde ideoloji haline getirilmelidir.
“Dağ ideolojisi şu anlama geliyor: Bu seni özgürce yaşatabilecek gücü verme anlamında bir ideolojidir. Yoksa ilkelleşme, yeni tüy bağlamış civcivin durumuna düşme gibi bir şey değildir. Bu henüz aşılmamış. Son zamanlarda hem de çok büyük bir öfkeyle bunu aşmaya çalışıyorum. Sizin bu tarzınızı kendime bir hakaret olarak görüyorum. Gerilla için bunları belirtebilirim. Çaba derinleştirilecek ve dağ ideolojisine göre özgür yaşam gerçekleştirilecektir. Nasıl ki Musa’nın On Emri varsa ve On Emirle Yahudiler buraya geliyorsa, bizim için de Zerdüşt’ün herhalde böyle emirleri olabilir diyorum...
“Yanlış anlaşılmasın, daha iyi anlaşılabilmesi için söylüyorum: Mesela gübrelik yerlerde bokböceği boku yuvarlayıp taşır. O bunu zenginlik sanır. Amaçsız ve yeterince bir çabası olmadan kendine göre bir şeyler yaptığını sananlar, bana hep bu örneği hatırlatırlar. Bir şeyler yuvarlıyorlar, ama boşuna. Bunları vazge-çirtebilseydik çok iyi olurdu. Zenginlik bu değil. Yani böyle bir top olsa da, sadece pislik büyür. İhanetin bir tarifi de budur.”
Bu çarpıcı belirlemeler, son dönemlerde kaçıp ABD ve işbirlikçilerinin kucagina sığınan yeni ihanet çetesinin lanetli gerçeğine de ışık tutuyor. Bunlar da tıpkı selefleri Şemdin gibi değişip dönüşmeyen eski Kürd’ü temsil ediyorlar. Eski Kürd’ün lanetli tarihini hortlatmaya çalışan bu hainler, yurtseverlik ve demokrasi maskesini takıp kendi ihanetlerini gizleyebileceklerini sanıyorlar. Bunlar mücadele ortamında bulundukları müddetçe dağa ve insanımıza hep hor baktılar, hep çirkin baktılar, hep haince baktılar. Ülkemizi ve insanımızı sevmediler. Sevgisizlikleri onları kendi soyunun soykırımcısı olma noktasına kadar düşürdü. Şimdi işgal güçleri ve işbirlikçilerinin emrinde Apocu Hareketi nasıl tasfiyece edebileceklerinin planlarıyla meşguller. Güdülerinin emrine girip hayvanlaşmaya onay vererek, değerlerimizi yok etmeye çalışıyorlar.
        “Ulusal açıdan ne kadar darbe vurulmak istense de, muazzam bir yenilenme bu büyümenin sırrıdır. Bu da büyük örgütsel üretkenlikle, büyük eylemsel veya ideolojik üretkenlikle mümkündür. Bunları esas aldığımızda en bü-yük acılar ve darbeler büyük güce dönüşebilir. Yeter ki sen yaşamak iste. Her tür haksız saldırılara ve çirkinliklere karşı yaşam isteminin, hatta bir savaşın delemeyeceği bir zırh, aşamayacağı bir engel yoktur.”

Hiç yorum yok: