30 Haziran 2010 Çarşamba

Dincilik -3

İnsanların binlerce yıl özgür yaşamalarına aykırı olarak köleleştirilmeleri kolay kabul edilmemiştir. Kadının köleleştirilmesi ve erkeğin metası haline getirilmesi de kolay kabul edilmemiştir. Bu kölelik ilişkisini kadınlara, erkeklere kabul ettirmek bir çırpıda ve kolay gerçekleşmemiştir


Düzen Anlayışı ve Din

Sınıflaşma; düzen oturtulmadan, farklılaşma ideolojik olarak topluma benimsetilmeden ve bunun bir tanrı kararı olduğu kabul ettirilmeden, sınıfsal temele dayanacak olan bir hiyerarşi kurulamazdı. Komünal demokratik değerlerin zar gibi sardığı toplum parçalanacaktır ki, hiyerarşi fazla sorun çıkarmadan sürdürülebilsin. Bu da ancak ideolojik alanda sağlanacak başarıyla hayata geçirilebilirdi. İdeolojik alanda tam bir hakimiyet sağlanmadan, salt zorla özgür yaşamış olan bir toplumu/topluluğu baskı ve denetim altına almak mümkün olamazdı. Önderlik ideolojik egemenlik olmadan, zorla “uzun süre hayvanların bile ağılda tutulamayacağını” belirtirken, devletçi hiyerarşik yapılanmanın dayanmış olduğu temel ilke ve yaklaşımları çok veciz bir biçimde dile getirmiştir. Düzen anlayışı bu yaklaşımın ürünü olarak gelişmiştir.
Ziggurat rahipleri bu durumu çok iyi görmüşlerdir. Din ve tanrı inancıyla dolu olan insanların bu temelde kurulacak olan bir düzene karşı çıkmayacaklarını erkenden tespit etmişlerdir. Önemli olan; kurulacak düzenin Tanrı adına olduğu ve onların çıkarlarını temsil ettiği benimsetilebilinsin. Düzen, sistem o güne kadar topluma anlatılan zemin üzerinden geliştirilecektir. Rahiplerin doğayı tanımlamaları ve topluma benimsettikleri evren anlayışları kurulmak istenen sistemin ana hatlarını da vermiştir. Evren; yukarıda gökyüzü, insanların yaşadıkları yeryüzü ve de karanlık dünya olarak tanımlan yer altı. Rahiplerin yapmış oldukları zigguratlar bu sistemin somutlaşmış hali, makete indirgenmiş biçimidir.
Tanrı simgesel varlığını korusa da, sayıları sınırlanmış, ama etkinlikleri artmıştır. Etkin ve önemli tanrıların büyük çoğunluğu ya gökyüzüne, ya da yeraltına yerleşmişlerdir. Her iki durumda da, tanrılar insanların hayatlarına girebilmekle beraber, insanlar onlara çok fazla dokunabilme durumunda değillerdir. Tanrılar; Güneş’tir, Ay’dır, yıldızlardır, ya da görünmeyen ve bilinmeyen, ama korkutuculuklarıyla öne çıkan yeraltının dehşet verici figürleridir, cehennem zebanileridir. Yeraltı ve yerüstü, her iki dünya, her iki sistem birbirini tamamlar. Adeta madalyonun iki yüzü gibidirler. İnsanların zihninde yaratılan en kusursuz sistem; kendilerini var eden ve geleceklerini tayin eden gökyüzündeki sistemdir. En kusurlu olan ise, tanrılardan kopuk olan ve her iki sistemin arasında yer alan yeryüzü sistemidir. O zaman tanrılara ulaşmak için gökyüzü düzenini yere indirmek gerekmektedir. Kusursuz bir sistem, günahsız ve tanrılarla barışık insan, gökyüzü sisteminin bir benzerini yeryüzünde kuran ve buna uygun yaşayan insandır.
Dinde ve mitolojide gökyüzü aşamalardan oluşmuştur. Kutsal Kitaplar gökyüzünün yedi kattan oluştuğunu anlatırlar. En üst kat, tanrının oturduğu kat olarak tanımlanır. Yani evren yukarıdan aşağıya doğru bir etkinlik, egemenlik ve sisteme sahiptir. En üst gözleyen ve yönetenin yeridir, aşağı katlarda yer alanlar ise, etkinliklerine göre bu katlarda yer alırlar. Tek tanrılı sistemlerde Tanrı yukarıda diğerleri aşağıdayken, modelin örnek alındığı mitolojide tüm tanrılar yukarıdadırlar. Kendi aralarında kurdukları Tanrılar Kurulu’nda (panteon) bir hiyerarşileri vardır: Yaratıcı gücü olan tanrılarla, ikinci derecede etkili olan tanrılar. İşte rahiplerin topluma benimsettiği kusursuz işleyen sistem, bu sistemdir.
Şayet tanrılar kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturmuş, bir tanrı diğer tanrılar arasında ayrıcalıklı ise, gökyüzü katlara bölünmüş ve her kat bir katın altında veya üstünde yer alıyorsa, o zaman farklılık, alt-üst olma durumu evrenin bir yasası demektir veya bu anlama gelir. Her şeyin bir altı, bir üstü varsa, o zaman insanların aralarında da bir hiyerarşinin olması evrenin kaçınılamaz yasası gereği demektir. Bundan daha iyi bir düzen ne düşünülebilir, ne de bulunulabilir. Tanrıların bile hiyerarşiye tabi oldukları kanıtlandıktan sonra, insanlar buna inanmazlık edemezler. Bu temelde kurulacak düzen en despotik yaklaşımları bile rahatlıkla uygulayabilecektir ve hiç kimse de buna karşı çıkamayacaktır. Çünkü karşı çıkılan sadece uygulana gelen sistem değildir, aynı zamanda Tanrı’nın kendisidir. Rahibin uzun yıllar boyunca topluma enjekte ettiği ve en sonunda kabul ettirdiği, üzerinde sistemi oturttuğu bu yaklaşımdır. Bundan sonrası rahip için çocuk oyuncağı gibidir ve çorap söküğü gibi gelecektir.
Rahip, sistemi bu anlayış temelinde kurar. Düzen yukarıdan aşağıya doğru örgütlendirilir. Düzen kendisinin değil, Tanrı’nın düzenidir. Kendisi Tanrı adına bu düzeni kurmakta ve yönetmektedir. Kendisi salt bir sözcü ve temsilcidir. Bunun dışında farklı bir şey değildir, ama ona yaklaşım Tanrı’nın sözcüsüne yaklaşımdır. Ona karşı yapılacak herhangi bir yanlış yaklaşım, aynı zamanda onun şahsında Tanrı’ya yapılmış olacaktır. Düzene karşıt durmak da, sadece kurulu sisteme karşı durmak anlamına gelmeyecek, aynı zamanda yine Tanrı’nın düzenine, dolayısıyla da Tanrı’ya karşı durmak anlamına gelecektir. Tanrı’ya karşı gelmenin cezası ise; sonu belirsiz ve korkulu yer altı dünyasının cehennem azabıdır. Kurulan düzen Tanrı düzenidir ve çağlar sonrasında da “kutsal düzen” anlayışı egemenliğini sürdürmeye devam edecektir. Tüm sınıflı toplumların egemen yapıları kendilerini aynı düzenin temsilcileri olarak tanımlamışlardır. En son modern çağın ulus-devleti de kendisini bu kutsallığın ifadesi olarak tanımlayacaktır. Dolayısıyla hiyerarşik devletçi yapı kendisini Tanrı’nın yeryüzündeki tezahürü olarak göstermiştir.
Rahip kutsallıklarla bezenmiştir. Tanrı’yla insanlar arasındaki tek köprüdür, tek halkadır. Neolitik dönemin çoklu tanrı sistemlerinde, putlara tapınma biçiminde de olsa insanlar tanrılarıyla direkt ilişki kurabilmekteydiler. Beklentilerini olduğu kadar, af dileklerini de direkt kendi ağızlarından Tanrı’ya yakarışlarıyla dile getirebiliyorlardı. Ama rahibin toplum içinde egemen hale gelmesiyle birlikte insanların tanrılarına direkt tapınma, istem ve beklentilerini dile getirme, af dileme durumları da ortadan kalkar. Tanrı bir anlamda özelleştirilir. Rahip olmadan Tanrı’ya ulaşmak mümkün olmaktan çıkar. Bir tapınma ya da yakarış mı gerçekleştirilecek, ancak rahibe başvurulur ve onun aracılığıyla bu yakarış ya da tapınma olayı gerçekleştirilir. Aracı, Tanrı’dan sonraki en güçlü ve etkili yaratık haline gelir. Aslında Tanrı-rahip iç içedir, aynı kişiliktir. Başrahip Tanrı’nın görünen, Tanrı ise, rahibin görünmeyen yüzüdür.
“Rahip zigguratın en üst katını tanrılara (sayıları giderek azalır) verirken, bu katı son derece gizli tutar. Kendisi (başrahip) dışında kimsenin bu kata çıkmamasını kayıt altına alır. Bu taktik yeni dinsel gelişme için önemlidir. Böylece hem insanların saygısını ve merakını, hem de bağımlılığını geliştirir. Başrahip burada tanrıyla buluştuğunu, konuştuğunu sürekli topluma yayar. Tanrının sözünü duymak isteyen, başrahibin ‘sözüne’ bakmalıdır. Çünkü o, tanrının tek yetkili sözcüsüdür. Bu gelenek olduğu gibi İbrahimî dinlere de geçmiştir. Hz. Musa Sina-Tur Dağında tanrıyla konuşup ‘ON EMRİ’ almıştır. Hz. İsa’nın diğer adı ‘TANRI SÖZCÜSÜ’dür. Birçok defa o da tanrıyla konuşma denemesine girmiş, ancak şeytan bu girişimi boşa çıkarmıştır. Fakat sonunda başaracaktır. Hz. Muhammed’in Miraca çıkışı, aynı geleneğin İslam’la devam ettiğini gösterir.”(Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme)
Önderlik rahibin ziggurat sistemini ve bu temelde düzeni nasıl kurduğunu böyle anlatıyor. Tek tanrılı din ve temsilcilerinin de aynı rahibin yolundan yürüdükleri, oluşturulan kutsallığa halel getirmediklerini de bu değerlendirmede görüyoruz. Önderlik devamla da şunları belirtiyor:
“Başrahip tanrı katında-evinde düşünce yoğunluğunu başaran kişidir. Yeni toplumun düzenlenmesinin etkili olması için, bu düzenlemenin tanrıyla diyalogunda geçen sözlere göre olması son derece önemlidir. Tanrı temsilleri için ilk defa bazı heykeller de bu kata yerleştirilmektedir. Bu buluş insan merakını daha da arttırır. Kavramsal tanrının simgesel putları, figürleri gerekli görülür. Zaten dönemin insan belleği bu tip soyut kavramlarla düşünmekten çok, figürlerle zihni tasarıya hepten yatkındır. Figürsel olmayan düşüncenin, yani sözel, soyut düşüncenin anlaşılması çok güçtür.
“Demek ki zigguratın üst katının ilk tanrı evi, panteon, kilise, havra, cami, cemaâ (üniversite) örneği olması son derece öğreticidir. Zincirlemesine birbirine bağlı bu tarihsel oluşumlar toplumun kutsal hafızası, kimliği anlamına da gelmektedir. İlahiyat, diğer adıyla teoloji bu hafızayı felsefeleştirerek öğretmektedir: İlk örneğinden kopuk ve soyut olarak. Tarihteki en büyük çarpıtmalar ilahiyat-teoloji alanında yapılmaktadır. Şüphesiz bilim ve felsefenin gelişmesinde ilahiyatın rolü yadsınamaz. Ama tanrısallığın toplumsal kaynağını belirlemeyerek, soyutun soyutuna, putun putuna sığınarak bunu yürüttükleri için, inşa ettikleri toplumsallıkla genelde uygarlığın, özelde bugünkü uygarlığın oluşumundaki baş sorumlu sınıf konumundadırlar.” (Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme)
Kutsal düzen anlayışı olmadan toplumun hiyerarşik olarak parçalanması, devletçi topluma geçiş yaptırılması mümkün olamazdı. Toplumun aleyhine gelişen hemen her şeye kutsallık giysileri giydirilmiş, tanrı düzeninin ifadesi olarak toplum değerlendirilmiştir. Kutsal tanrı düzeni, topluluğu aldatmanın ve kendi yaşamına aykırı bir sistemin içinde tutulabilmenin en mükemmel aracı olmuştur. İnsanları kulluğa ve köleliğe koşturan da bu yaklaşımdır. Farklılaşan toplum en yabancısı olduğu devletle, sınıflarla böylece tanışmış olacaktır; kendi köleliği, kulluğu pahasına da olsa. Hiçbir insan ya da topluluğunun kulluğa, köleliğe gönüllüce koştuğunu kimse iddia edemez. Kutsal tanrı düzeninin onu oraya götürdüğünün çok farkında olduğu da söylenemez. Ama düzeni, sistemi ve ardındaki egemenlik anlayışını gördüğünde, bunun ayırdına vardığında da, buna karşı mücadele etmekten geri durmamıştır.

Dinin Devletleşme ve Sınıflaşmadaki Rolü

Düzen anlayışının oturtulması, sınıfsal egemenliklerin uygulanması için uygun zemini yaratmıştır. O zamana kadar bir bütün olan, egemenlik ve sömürü ilişkilerini bilmeyen, tam bir bütün ve eşitliği oluşturan toplum, yarattığı etki, uyandırdığı bilinç ve zihniyet yapısıyla farklılığa ve egemenlik ilişkilerine dayanan sınıflaşmayı, dinin ve Tanrı’nın cevaz verdiği bir yaklaşım olarak ele almıştır. Tanrı nasıl her şeyin üstündeyse, panteonda nasıl ki bir Tanrı diğer tüm tanrılara üstün bir konumdaysa, o zaman insanlar arasında da benzer bir farklılaşmanın olması, bazılarının diğerlerine üstün olması kaçınılmaz olacağı düşüncesi dinle aracılığıyla topluma egemen kılınmıştır. Yani hiyerarşik devletçi yapılanma ve kölecilik kaynağını bu kutsal tanrısal düzenden alacaktır. Din ve Tanrı sınıflaşmayı kolaylaştıran temel araçlar olmuştur ve bu sadece sınıflaşmanın, hiyerarşik devlet yapılanmasının doğduğu zamanlar için değil, tüm zamanlar için geçerli bir yaklaşım olagelmiştir.
Sınıflaşma, insan emeğinin kendi ihtiyacından fazlasını üretmeye ve artı vermeye başlaması sonrasında gelişmiştir. İnsan emeğinin kendi ihtiyacını ancak karşılayabildiği, dolayısıyla bir fazlalık durumunun olmadığı koşul ve ortamlarda klan kendisine ancak yetebiliyordu. Ele geçirilen insanların köleleştirilmesi düşünülmeyen bir durumdu ve klan içinde de farklı bir yaklaşım gösterilemezdi. Yakalanan insanlar ya hemen öldürülür, ya da klanın bir üyesi olarak kabul edilirlerdi. Farklılık, ayrılık klanın toptan imha olmasına yol açabilirdi. Bu dönem üretimi son derece basit yaklaşımlarla gerçekleşmekte ve ağırlıklı olarak da kadının toplayıcılığına dayanmaktadır. Avcılığa dayanan erkeğin üretimin sonuçları belirgin değildir. Bazen av yapabileceği gibi, çoğu zaman eli boş da dönebilmektedir. Bu durum anaerkil diye tabir edilen ana tanrıça dönemini de ifade eder. Kadın sınıfsal olarak egemen değildir, ama toplumun başat gücüdür, saygınlığa sahiptir. Mülkiyet hukuku ve soy kütüğü analık hukuku çerçevesinde gerçekleşmektedir. Neolitik dönemin bu yaklaşımlarını ana tanrıça dini olarak tanımlamak mümkündür. Erkeğin av üretkenliğinin artması, kadının toplum içerisindeki bu etkili gücünü kıracak, analık hukukunu ortadan kaldıracak, babalık sistemine ve egemenliğine dayanan ataerkil sistemi hakim hale getirecektir. Denilebilir ki, tarihteki bu ilk cinsel kırılma aynı zamanda ilk sınıflaşmadır da. Kadının erkeğin hakimiyetine alınması, insanın insan tarafından köleleştirilip sömürülmesinin de kapılarını ardına kadar açmıştır.
İnsanların binlerce yıl özgür yaşamalarına aykırı olarak köleleştirilmeleri kolay kabul edilmemiştir. Kadının köleleştirilmesi ve erkeğin metası haline getirilmesi de kolay kabul edilmemiştir. Bu kölelik ilişkisini kadınlara, erkeklere kabul ettirmek bir çırpıda ve kolay gerçekleşmemiştir. Zor yalnız başına böyle bir şeyi gerçekleştirebilme gücünden yoksundur. Bunu ancak bir inanç, bir ideolojik sistem geliştirebilirdi. Din ve tanrı inancı, kutsal düzen fikri insanları binlerce yıllık özgür yaşam alışkanlıklarından kopartabilir, bir hayvan, bir mal, bir iş aleti haline getirebilir, alınıp-satılması karşısında sessiz kalmasını sağlayabilirdi. Rahibin din ve Tanrı icat etme düşünce ve eylemi burada devreye girer ve anlamını da burada bulur:
“Avcılık ve savaş kültürünün varacağı durak askeri örgütlenmedir. Askeri örgütlenme doğal, etnik toplumun dağılması oranında gelişir. Kadın-ana etrafındaki örgütlenme soy, gen, akraba ön ilişkisini geliştirirken, askeri örgütlenme bu ilişkiden kopmuş güçlü erkekleri esas alır. Artık bu gücün karşısında hiçbir doğal toplum biçiminin karşı duramayacağı açıktır. Toplumsal ilişkilere toplumsal zor -buna medeni ilişki de denilmektedir- girmiştir. Belirleyen güç zorun sahipleridir. Böylelikle özel mülkiyetin de yolu açılmaktadır. Mülkiyetin temelinde zorun yatması anlaşılır bir husustur. Zorla ve kanla ele geçirme benlik duygusunu aşırı güçlendirir. İlişkilere hükmetme olmadan, zor aracı geliştirilip uygulanamaz. Hükmetme ise sahip olmayla bağlantılıdır. Hükmetmenin içeriğinde sahip olma bir diyalektik ilişkidir. Sahiplik de tüm mülk düzenlerinin öznesidir. Artık topluluğa, kadına, çocuğa, gençlere, verimli av ve toplayıcılık alanlarına mülk gözüyle bakma dönemi açılmaktadır. Güçlü erkek bütün ihtişamıyla ilk çıkışını yapmaktadır. Tanrı-kral olmaya az kalmıştır. Şaman-rahip artık bu yeni sürecin mitolojisini oluşturmak için iş başındadır. Yapılması gereken iş, bu yeni oluşumu muhteşem bir gelişme olarak hükmedilen insanın zihnine yerleştirmektir. Meşruiyet savaşı en az çıplak zor kadar hünerli çaba gerektirmektedir. İnsanın zihnine öyle bir inanç yerleştirilmeli ki, mutlak bir kanun değerinde olsun. Bütün sosyolojik veriler ‘hükmeden tanrı’ kavramına bu süreçte erişildiğini göstermektedir.” (Bir Halkı Savunmak)
Sınıflaşma, devletleşme, erkek egemenlikçi topluma geçiş zamansal olarak aynı olmasalar da, aynı zihniyet yapılanmasına, aynı anlayışa dayanırlar. Zihniyet, üretimin toplumsal niteliğine aykırı olarak, toplusal üretim fazlalılığına bireysel el koymadır. Azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğidir, ‘kişinin tanrılaşması’, ‘topluluğun karıncalaşması’dır. Doğal toplumu oluşturan temel yaklaşım olan, yaş ve cinsiyet gözetmeyen ortak üretim ve ortak tüketimdir. Üretime toplum adına kişinin el koyması toplumsal ilişkilerde büyük bir değişimdir ve bu insanın binlerce yıl devam eden özgür, hiyerarşisiz, egemensiz yaşamından sonra gerçekleşmiştir. İnsana rağmen, insana karşıt bir yaklaşım, yine insan eliyle sağlanmıştır. Elbette bunun, toplumun en kurnazlarının hile ve zoru yoluyla başarıldığı söylenebilir ve bu büyük çoğunlukla da doğru bir tespit de olur, ama gerçeğin hepsini ifade etmez. Çünkü sadece zor, Önderliğin de belirttiği gibi; “yalnız başına uzun süre hayvanları bile ağılda tutamaz”.
O zaman yapılan iş bir meşruiyet aracına ihtiyaç duyar veya devreye giren meşruiyet araçlarıyla bu kendisine karşıt yaklaşım tüm topluma benimsetilir. Meşruiyet araçlarının en etkilisinin kutsal din, tanrı ve düzen anlayışı olduğu tartışma götürmezdir. Bundan dolayıdır ki, tüm sınıfçı, egemenlikçi sistemler dini meşruiyet aracı olarak kullanmaktan asla vazgeçmemişlerdir. Kadının köleleştirilmesi, eski ana tanrıça özelliklerinden uzaklaştırılması, erkeğin hizmetinde bir mal durumuna düşürülmesi, kölenin kölesi bir konuma getirilmesi de bu meşruiyet aracıyla sağlanmıştır. Tek tanrılı dinler Tanrı’nın insanları kendi suretinde yarattıklarını söyleseler de, yaratılışın temel kaynağı mitolojiye baktığımızda, insanın Tanrı tarafından yaratımının aşağılanma içerdiği rahatlıkla görülebilir. İnsanları dışkılarından, “bir adım daha ileride” çamurdan yaratan tanrılar, bu yaklaşımlarıyla ne kadar aşağıladıklarını gösterirler. Kadın ise bu yaratımda unutulmuş gibidir. Kadın ne Tanrı’dan bir parçadır, ne de Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır. Kadın çamurdan bile yaratılmamıştır. Tanrı erkeği çamurdan, kadını da çamurdan yarattığı erkeğin ‘kaburga kemiğinden’, hem de ‘eğri’ kaburga kemiğinden yaratmıştır. Mitolojinin mitos dili başta kadın olmak üzere yaratım olayını öyle fazla sağa-sola çekmeden ve dolaylı yöntemlere başvurmadan, dosdoğru anlatır. Anlatım çok nettir; mitoloji, giderek dinin kadın yaratımına ilişkin bu yaklaşımı, kadına biçilen toplumsal kölelik statüsünün din arcılığıyla meşruiyet zeminine oturtulmasıdır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması, aslında kul-köle olarak yaratılan erkeğe ikincil bir ek yapılmaktadır: Kadın kölenin kölesi olarak tanımlanmış ve meşru kılınmıştır.
“Tanrısal bağlılıkta güçlü bir inanç ve ibadet bütünlüğü vardır. Rahip geleneğinde tanrı-kral olarak devlet bağlılığı o kadar büyük bir deha ile işlenmiştir ki, köleler-kullar ordusu karıncalaşarak yük taşıyacak denli küçültülmüş ve hizmetçi kılınmıştır. Sümer mitolojisinde insan, tanrıların dışkısından veya bir adım daha ileride topraktan (çamur) yaratılmış gibi gösterilir. Tanrıların en aşağı tarzda insan yaratması inceleşerek günümüze kadar gelir. Kadın, tanrıdan yaratılamayacak kadar unutulmuştur. Ona biçilen paye erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olmasıdır. Bu anlatımlar devlet tabakasının ilk doğuşundaki büyük ideolojik düzeni göstermesi bakımından önemlidir. İnsanların bölünmesi o denli işlenmiştir ki, nesiller boyu toplumun ezici çoğunluğu devlet tabakasının tanrısallığını sadece onaylamıyor, ibadet ediyor ve en ağırından çalışmayı bir tanrı emri olarak algılıyor. İdeolojik derinlik bu kadar gelişmiş oluyor. Aslında temeli zorbalık ve yalan olan bir kurumsal özellik, en yüce, tapınılan ve uğruna her tür çaba gösterilen bir metafizik, soyut fetiş -tapınılan şey- haline getiriliyor.”(Bir Halkı Savunmak)
Kölecilik bu yaklaşımın meşru kılınmasından sonra gelişebilmiştir. Artık sadece kadın değil, erkek de köle olarak mal haline getirilecek, beş para değerle alınıp-satılabilecektir ve bu da kutsal din ve tanrıya dayandırılacaktır. Kutsallık maskesiyle meşruiyet zeminine taşındıktan sonra kim buna karşı çıkabilir, etkisiz duruma getirebilir ki? Düzen ve düzen hükmü tanrısal kaynaktan çıkmıştır, o zaman buna itirazsız uymak gerekir ki, tanrılar kızmasın, kişi kutsallıktan koparılmasın ve tanrısal cezalandırmalar gündeme gelmesin! Hikaye eski, basit, ama son derece etkili. Acı çekmeden yaşamak, acı çektiğini bile tanrılara hissettirmemek. Tanrı adına hükmeden kralların insanların acı çekmelerine inanmamaları, bilmemeleri, kölelerin cansız ve acısız yaşayan varlıklar olarak bilinmeleri… Eyüp Peygamber’in acı çektiğini, kendi şahsında insanların acı çektiklerini tanrı-krala kabul ettirmesinin başarısı burada yatmaktadır.
 Köleciliğin bir sistem olarak gelişmesi kadın aleyhine ilk cinsel kırılmanın gerçekleşmesinden sonra mümkün olabilmiştir. Bir kez geliştikten sonra da tüm insanları köleleştirmeyi hedeflemiştir. Kadın, çocuk, genç sistem açısından fark etmemiştir. Önemli olan yaşları ve cinsiyetleri değildir, önemli olan; sömürünün gerçekleşmesinde katkı paylarının ne olacağıdır. Sonraki bazı dinler köleciliğin bu egemenlikçi yaklaşımlarına karşı çıkmış, eşitlik ve özgürlüğü savunabilmişlerdir. Hıristiyanlık ve İslamiyet buna örnek gösterilebilir. Ancak bu dinlerin de her zaman aynı yaklaşımlara sahip oldukları ve insan emeği üzerindeki baskı ve sömürüye karşı çıktıkları anlamında değildir. Hıristiyanlık sömürüye karşı özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımı savunduğu dönemlerde Roma İmparatorluğu’nun kovuşturmalarına uğrarken farklı, ama Roma İmparatorluğu tarafından devlet dini olarak kabul ve ilan edildikten sonra farklı bir yaklaşımın sahibi olmuştur. İktidarla bütünleşmek dinin özünde vardır. Kutsal tanrı düzenini yeryüzüne indirirken, dinin temel aldığı ilkeler egemenlikçi yaklaşımları bağrında taşımıştır. Tanrı ve kul, tanrının temsilcisi rahip ile insan, azınlıktaki yönetici ile çoğunluktaki yönetilen tanrı buyrukları olarak dinin esaslarını oluşturmuşlardır. Ne kadar din kendisini iktidardan ayrı ve uzak görmemiş ise, iktidar da kendisini dinden uzak görmemiştir. İkisi birbirini her zaman tamamlamışlardır. Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul ve ilan etmesi, dinin iktidarla olan bu bağından hareketledir. Bundan dolayı Önderlik, hangi sınıfsal temelde olursa olsun, iktidar bağlantılı tüm kavramların din kökenli olduğunu söyler. Siyasal teoloji yüzüne örtü çekilen iktidarın kavramların dinsel kökenini anlatır. Roma İmparatorluğu’nun yüzyıllarca kendisine karşı mücadele eden Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul etmesinin altında yatan gerçek, Hıristiyanlığın çok geniş çevreler üzerinde yaratmış olduğu etki kadar, bu dinin bağrında taşımış olduğu iktidar bağlantılı temel yaklaşımlarını görmüş olmasından dolayıdır. Bunun Paganizm ya da Hıristiyanlık tarafından yürütülmüş olması ya da herhangi başka bir yaklaşım tarafından sürdürülmüş olması sistem açısından önemli değildir. Önemli olan sistemin teklemeden, tökezlemeden sürmüş olmasıdır. Ölümsüzleşen tanrı-krallarla, ölümlü insanlar, ‘karınca misali çalışan’ ölümlü insanlar, devletin sürekliliğinin ifadesi olmuştur. Ölümsüz tanrı-krallar ile karıncalaşan insanların Ortadoğu egemenlik zihniyetini oluşturduğunu belirten Önderlik, bu konuda aşağıdaki değerlendirmeyi yapar:
“Firavun ve Nemrut deyimleri Ortadoğu kültüründe tam da tanrı-kralları ifade eder. Tanrı-kral bir Ortadoğu yaratımıdır. Bir şahıs olmanın ötesinde bir kültür, bir kurumdur. Toplumun tüm üyelerinin tanrı-kral kişiliği karşısındaki yerleri erzak taşıyan karınca misalidir. Tanrı-kral ve öteleşen toplum arasındaki fark o denli abartılı ve tersyüz edilmiştir ki, sonunda iki soy belirmiştir: Ölümsüzler olarak tanrı-krallar ve ölümlüler olarak insanlar. Mitolojik kurnazlık veya yetkinlik, devletleşen tabakayı insandan saymamaya özen göstermiştir. Kurum olarak devletin hakimlerin yaşamı için arz ettiği süreklilik, sanırım bu ‘ölümsüzler’ sıfatının oluşumunda belirleyici rol oynamıştır. Tanrı fikrindeki ‘ölümsüzlük’ kavramının devlet kurumundaki süreklilikle bağı çok açıktır. Devletleşmeden önceki tanrılar için de ölüm düşünülürdü. Neolitik dönem tanrılarında ve onu temsil ifadelerinde her yıl tanrı doğuş ve ölümleri için özel günler vardır. Yaygın söylence ve ritüellerle -ibadetler- kutlama ve yas törenleri düzenlenirdi. Ne zaman ki devlet kurumu süreklilik -şahıslar geçici, devlet kalıcı- kazandı, o zaman tanrılar da ölümsüz kılındı. Burada tanrı-kralların soy ve hanedanlarını ayrıcalıklı kılmanın rolü de önemlidir. İnsandan sayılmama ve ölümsüzlük, olağanüstü bir büyüklük ve farklılık sağlar. Devletliler sınıfı böylece tanrılaşarak ölümsüz bir soy haline getirilince, öteki insanlara -diğer tüm toplum insanları- düşen de ona kulluk etmektir. (Bir Halkı Savunmak)
Hıristiyanlığın Roma karşısındaki mücadelesi uzun sürmüştür.  Hıristiyanlık bu mücadele süreci boyunca kölecilik karşıtı ve özgürlükçü düşünceleri savunmuştur. 300 yıl süren bu mücadele sonrasında iktidarla buluşmuş, devlet dini haline gelmiştir.  İktidarla buluştuğu an özgürlükçü ütopyalarını da, Marks’ın burjuvazi için söylediği gibi, ‘geminin bordasından denize atmış’, kölecilik karşıtı yaklaşımlarını unutmuştur. Üretim araçlarının gelişimine bağlı olarak kölecilikte zayıflama yaşansa da, Hıristiyanlığın egemenliği altında da varlığını devam ettirmiştir. Krallara taç giydiren din, özgürlük ütopyalarının sahibi olmaktan çıkmıştır. İslamiyet ise bu özgürlükçü düşünceleri çok daha erken yitirmiştir. İslam dini, daha Hz. Muhammed yaşarken bir imparatorluk haline gelecek kadar iktidarla iç içedir. İktidar kavgaları Peygamber’in cenazesi daha yerdeyken başlamış, Muaviye’yle birlikte saltanatın Emeviler’e geçmesi sonrasında da İslam dininin ilerici ve özgürlükçü hiçbir yanı kalmamıştır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, burada da iktidarla tam bir bütünleşme gerçekleşmiştir. Bu olumsuz gidişatı kişilerle açıklamak mümkün değildir. Yani Muaviye olmasaydı da bu din Hıristiyanlık gibi iktidarla tam bir bütünlük oluşturacak, gerçek rengiyle arz-ı endam edecekti. Tencere-kapak misali iktidarla din birbirlerini tamamlayan iki müthiş figür olmuşlardır. Üretim tarzlarının değişmesinde rolleri olsa da, temel özellik ve yaklaşımları bu olmuştur.
Kapitalizm olarak tanımlanan finans-kapitalin egemen olduğu burjuva düzeni, gelişmeye başladığı ilk dönemlerde din karşıtı bir yaklaşım sergilemiştir. Laisizm adı altında din ile devlet ilişkilerini birbirinden ayırdığını söylemiş, kilisenin etkinlik alanlarını sınırlamış, mülklerine el koymuştur. Ancak iktidarda tam bir hakimiyet sağladıktan sonra, din olmadan sistemi sürdürmenin mümkün olmadığını görmüştür. Toplumu kutsallık yüklenen metafizik kavramlarla en fazla sistemin yönetimine hazırlayanın din olduğunu, temel kavramlarının da buradan ödünç alındığını görmüştür. Gelişen toplumsal muhalefeti din olmadan etkisiz duruma getirmeyeceğini anlayınca da, laisizmi bir kavram olarak kurusa da, gizliden gizliye dine de yeniden başköşeyi vermiş, etkin hale gelmesini sağlamıştır. Denilebilir ki, dinin iktidar organları tarafından en çok kullanıldığı, toplumun en fazla kul haline getirildiği, sistemin yedeği ve ‘uysal eşeği’ haline getirildiği, en çok din karşıtı olduğunu söyleyen kapitalist-modernist sistem tarafında gerçekleştirilmiştir. Bu da şaşırtıcı değildir. Çünkü hiyerarşik sistem olarak tanımlayabileceğimiz hem din, hem de iktidar aynı kaynaktan doğmuşlardır. Dinin vazettiği mutlak düzen fikri, tüm iktidar sistemlerinin de uygulamak istedikleri şeydir. Bu da ancak toplum kullaştırılarak gerçekleştirilebilir.
“Toplumsal kulluk sadece sınıfsal bir olgu değildir. Despot dışında -o da sistemin tutsağıdır- herkes, tüm toplumsal sınıf ve tabakalar bağlanmıştır. Köleci sistemden daha derinlikli gizlenmiş bir boyun eğdirmecilik düzeni vardır. Yumuşatma, sistemin derinleşmesi anlamına da gelmektedir. Toplumun temel paradigması, öncesi ve sonrası olmayan bir kulluk sistemidir. Ezelden ebede -bu iki kavram daha çok olgunluk dönemi devletine aittir- kadar düzen olduğu gibi sürecektir. İmtihan ve değişme yeri öte dünyaya ilişkindir. Sisteme sadece fiili kalkışma biçiminde değil, ruhen ve fikren karşı olmak bile en büyük günahtır. En iyi kulluk mutlak itaat etmesini bilen için erdemin, yetkinliğin ta kendisidir.”(Bir Halkı Savunmak)
Kölecilik açık bir baskı rejimidir. Köle sahibiyle köle arasındaki ilişkiler ve uygulanan sömürü açıktır, herhangi bir gizliliğe ihtiyaç duymaz. Meşruiyet zeminini din aracını kullanarak gerçekleştirir. Aynı şey feodalizmde de mevcut olmakla birlikte nispeten daha gizlidir. İnsan yine üretim aracıdır, ama toprak da önemli bir üretim aracı haline gelmiştir ve insan toprağa bağımı hale gelmiş, getirilmiştir. Toprağa bağımlı hale getirilen insan, artık bir hayvan gibi pazarda alınıp-satılmamakta, masa başlarında toprakla birlikte alınıp-satılmaktadır. Feodalizmin meşruiyet ihtiyacını da din karşılar. Kapitalist sistem bu sömürü düzeninin üzerine bir perde örtmüştür. Bu perde emeğini satma özgürlüğüdür. Bununla sömürü ve baskı yokmuş gibi gösterilir. Zorla işe koşturulan ve pazarlarda alınıp-satılan kölenin, ya da toprakla birlikte alınıp-satılan serfin yerini, emeğini özgürce satma hakkına sahip proleter almıştır. Gelenekten ve ahlaktan kopan bu sistemin nazarında insanın hayvanlar kadar bile değeri yoktur. Emeğini satma özgürlüğü, işsizlik ve açlıktan ölme özgüdür. Bu sistemin de meşruiyet ihtiyacı vardır ve bunun meşruiyet ihtiyacını da din karşılar. Dikkatle izlenip değerlendirildiğinde, dinin bir baskı ve egemenlik aracı olarak tüm karşıtlığına rağmen, en fazla kapitalist-modernizm tarafından kullanıldığı görülür. 2000’li yılların başında finans-kapitalin jandarması ABD’nin başı, ‘yıldızların ötesinden mesaj’ aldığını ve devleti de bu temelde yönettiğini söyleyebiliyordu. Kapitalist-emperyalist sistemin, bir özgürlük ütopyası olarak gelişen, ama bu hedefini gerçekleştiremeden sistemle bütünleşen reel-sosyalizmin denendiği Sovyetler Birliği sistemine karşı en etkili mücadele aracı olarak dini kullandığı, diğer halklar ve toplumları bu yaklaşım temelinde karşıt bir pozisyona getirdiği biliniyor. ‘Yeşil Kuşak’ sosyalizm düşüncesinin yayılmasına karşı geliştirilen bir ideolojik kuşatmaydı. İnsanların baskı ve sömürü düzenlerine karşı özgürlükçü ve eşitlikçi mücadelelerine karşı din bir kalkan olarak çıkarmıştır. Günümüzde de eşitlik ve özgürlük arayan toplumlara, özellikle de Müslüman toplumlara ‘Ilımlı İslam’ projesini dayatmaktadır. Ayrıca bağımsız gibi görünseler de, kiliselerin önemli miktarlarda devlet kaynaklarıyla ayakta tutuldukları, bunların mesajlarıyla toplumun kutsal düzen ve sınıf egemenliklerine tahammül etmeleri sağlandığı çok nettir. Türkiye gibi kendisini laik sayan kimi devletler de ise, en büyük bütçeli, yüz binlerce kadrolu dini kurumlar, sistemler oluşturulmuştur. Bu ülkelerde dini devlet eliyle geliştiren ve yayan eğitim kurumları bir ağ gibi toplumu sarmışlardır. Tüm toplumsal mücadelelerde, emekçi sınıfların hak arayışlarında panzehir olarak başvurulan araç hep din olmuştur. Sistemin egemenlikçi, sınıfçı, devletçi hiyerarşik yaklaşımlarını uygulamanın en temel aracı din, geçmişten günümüze, ilk hiyerarşik yapılanmadan en gelişmiş devlet yapılanmasına kadar her zaman başvurulan ve uygulanan temel araç olmuştur. Tüm sınıflı toplumların yönetim kavramlarının kaynağı hiç şüphe yok ki, din olmuştur.
Devletleşmenin ve sınıflaşmanın gelişmesinde dinin tartışmasız mutlak bir etkisi vardır. Hiyerarşik yapılanmanın oluşturulması, toplumun büyük çoğunluğunun azınlık bir kesimin hakimiyetine geçmesi, emek ve ürünlerine başkaları tarafından el konulması, sahiplenilmesi ve bunun benimsetilmesi kolay olmamıştır. Din, kutsallık atfetmesi temelinde meşruiyet zeminine oturtulabilinmiş, sınıflaşma ve devletleşme bu temelde gelişebilmiştir.

Hiç yorum yok: