11 Mayıs 2010 Salı

Stewen Hawking ve Zamanda Yolculuk

Tüm dünyanın yakından tanıdığı kozmolog, kuramsal fizikçi Stephen Hawking, son iki haftadır yine tüm dünyayı yakından ilgilendiren önemli açıklamalarda bulundu. İlk çıkışı, uzaylılarla olası bir temas halinde onlardan sakınmamız, hatta potansiyel sakıncaları nedeniyle uzaylılarla iletişim meselesini fazla kurcalamamamız yönündeydi. Pek çok astronomun olumlu yöndeki görüşlerine rağmen uzaylıların varlığı-yokluğu tartışmaları henüz elle tutulur, gözle görülür bir sonuca bağlanmış değil. Ancak her sözü merakla dinlenen bir bilim adamının bahçesinde uzaylı görmüş kadar net açıklamalar yapması, akıllarda yepyeni soru işaretleri uyandırdı.
Çok geçmeden, hafta başında Hawking, zamanda yolculuk yapılabileceğini, kendine has yalın metaforlarla kaleme aldığı bir makaleyle duyurdu. Hawking’in bu iki ilgi çekici konuda önemli basın açıklamaları yapmasının ardında, 9 Mayıs’ta Discovery Channel’da başlayacak olan ‘Stephen Hawking’in Evreni’ adlı belgeselin halkla ilişkiler marifeti olduğunu düşünmek kolay. Ancak söz konusu film, hazırlığı üç yıl süren ve bu iki önemli savı gerçekçi bir anlatıma kavuşturan, fani dünyamızın normlarına denkleştiren bir yapım. Her iki konunun detayına gömülmeden önce, uzaylılar ve zamanda yolculuk kavramlarının nasıl da gündelik hayatın bir parçasına dönüşebildiğine bakmakta fayda var.
Düşünün, yarın televizyonu açtığınızda, uzaylıların resmi bir açıklamayla başbakanlıkla temaslarda bulunduğunu öğrenseniz ne kadar şaşıracaksınız? Çok konuşulacağı kesin ama büyük olasılıkla kimse kalp krizi geçirmeyecek. Ya da gelecekten tuhaf ziyaretçilerin CERN’deki büyük deneyin sonuçlarıyla ilgili beklenmedik yorumlarda bulunduğunu duysanız bir haberden? Hawking’in uzaylılara ve zamanda yolculuğa dair açıklamalarını gazetelerin birinci sayfalarında okuduğunuzda, Meclis’teki anayasa paketinden daha çok ilginizi çektiğini söyleyebilir misiniz? İtiraf edelim, hiçbirine çok da fazla şaşırmadık. En azından, iki kuşak büyüklerimizin evvel zamandaki şaşkınlıklarına kıyasla... Vaziyetin özünde, çok da farkında olmadan, artık hiçbir şeye şaşırmayacak bir nesle dahil olmamız yatıyor.

Sizi ne şaşırtır?
Kimileri kendi çocukluğundan, kimileri de anne-babalarından, tamir için kapağı açılacak radyonun arkasında, içindeki küçük insanları görmeyi hevesle bekleyen ufaklığın hikâyesini bilir. Yeni teknoloji karşısındaki naif şaşkınlığın şirin tasvirlerindendir. Ortalama 50’li yıllardan bugüne, yaşı tutanlara ve akranlarımıza bir soralım. Sizi bugün, hangi buluş bir radyonun 30’larda insanlığı şaşırttığı kadar şaşırtır? Zaman makinesi? Işınlanma? Yapay zekâ? DNA’sı değiştirilmiş üstün güçlere sahip bir insan? Hiçbiri değil mi?
Hollywood sağ olsun. Mevcut bilim kapasitemizi fersah fersah aşan bu teknolojilere şimdiden o kadar aşinayız ki, olsa ağız tadıyla şaşıramayacağız bile. İşte tam da bu nedenle Hawking, kritik saptamalarını rahatça ortaya koyma fırsatı buldu. Fazlası, fikirlerini detaylı biçimde filme çekti. Kendisi bu durumu, “Eskiden çatlak olarak anılmaktan korktuğumdan böyle şeyleri dile getirmezdim. Bugün ise konuştuklarım konusunda pek dikkatli değilim” sözleriyle ifade ediyor. Değişikliğin dikkatsizliğinden kaynaklanmayacağını kestirmek ise zor değil. Hawking sadece ‘Ortam artık gevşedi’ demekten kaçınıyor. Ancak açıklamalarının net olarak vardığı nokta şu: Zemin artık yumuşak. Bir başka deyişle insanlığın ve dünyanın, maddeten ve manen yepyeni bir bilgi çağına girişinin manifestosunu sunuyor. Belki de çoktandır kapısında olduğumuz, ancak dengelerin gücü adına pek haberdar edilmediğimiz bir dünya...

Uzaylılar bizle muhatap olur mu?
Stephen Hawking’in dünya dışı yaşamın varlığına dair açıklamaları ilk değil. 2008 yılında da, tamamen savunmasız olacağımız hastalıklar ve düşük zekâ seviyeli uzaylıların yıkıcı potansiyeli nedeniyle tehlikeli bir temas gerçekleşebileceğini anlatmıştı. İki hafta önceki açıklamasında ise gece gündüz sinyaller yollayıp ulaşmaya çalıştığımız uzaylıların, ‘güzel ve yalnız’ gezegenimizi klonlamak üzere dev gemilerle istilaya gelebileceğinden bahsederek, mevzuyu yeni sezon ‘Star Trek’ kıvamına getirdi. Bu şekilde salon geyiği yapmak kolay ancak, kişi Einstein’dan sonra gelmiş geçmiş en büyük kuramsal fizikçi olunca iş değişiyor.
Hawking’i böylesi iddialı söylemlere iten neydi? Tamam, baştan beri evrendeki 100 milyar galakside yaşamı bir tek Dünya’mıza kadir görmek mantıksızdı. Ancak, evvelinde akıl ve zekâ nadir bulunur şeydir derken, bir anda devasa gemilerle uzayda safariye çıkmış cengâverlere nasıl vardı koca Hawking?
Uzaya kulak kabartma, uzaylılara göz kırpma hadisesine bu yakınlarda yayımladığı ‘Ürkütücü Sessizlik’ adlı kitabıyla dahil olan bir başka bilim insanı ise Paul Davis. Konuya bambaşka bir çerçeve geçiren Davis, 50’li yıllardan beri süregelen SETI (Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) projesinin sonuçsuzluğunu irdeliyor. Davis’e göre yaşam, evrende nadir bulunur bir şey değil. Keza Dünya üzerinde de yaşam milyonlarca yıl önce başlamıştı. Ancak ileri zekâ seviyesinin kökeni sadece birkaç bin yıl gerisine dayanıyor. Bu durumda iki ihtimal değer kazanıyor. Birincisi, zekâ kendisini kolaylıkla yok edebilecek güce büyük bir hızla kavuşuyor ve medeniyetler kendilerini görece kısa sürede yok ediyor. Dolayısıyla iletişime geçecek teknolojiye sahip uzaylı -kendi kendini çoktan yok ettiği için- bulunamıyor.
İkincisi ise yüksek bilince ulaşmış canlılar biz sinir sahibi dünyalılarla fazla muhatap olmamayı seçiyor. Öyle ya, biz de hayvanlar âleminde kendimize en yakın gördüğümüz maymunları haklı sebeplerden yaşam alanlarımıza pek yaklaştırmak istemiyoruz. Hawking’in giderek güçlenen uzaylı savları ve Davis’in bahsettiği SETI’nin yıllar süren gizemli sessizliği arasında kurulabilecek belki de tek organik bağ, hikâyeyi ünlü komplo teorisine geri götürüyor: Uzaylıların varlığı biliniyor ancak açıklanmıyor mu?

Boyut olsa da atlasam
Hawking’in geçtiğimiz günlerdeki ikinci önemli çıkışı, zamanda yolculuk yapılabileceğini açıklaması oldu. Bu gelişmenin gazete manşetlerinde ilk okunduğunda yarattığı heyecan, satırlarda ilerledikçe ‘Geçmişe gidilemiyormuş, dönemeyeceğim geleceği ne yapayım’ hayal kırıklıklarına dönüştü. Zamanda geçmişe neden gidilemeyeceğini, geleceğe gidişin nasıl olduğunu Hawking’in kendi tariflerine dayanarak özetlemekte fayda var.
Bilindiği üzere zaman, fizikte tüm varlıkların etrafını sarmalayan dördüncü boyut olarak tanımlanıyor. Zamanın en gizemli özelliği, evrende farklı yerlerde farklı akıyor olması. En somut örnek, uydular ve dünya saatleri arasındaki fark. Çok hassas dijital saatlerle donatılmış tüm uydularda zaman, her gün saniyenin milyarda birinden az bir süre ileri kayıyor. Tüm uydular bu saatleri her gün düzeltecek mekanizmalarla donatılmış. Sebep ise Einstein’ın yıllar önce ispatladığı üzere Dünya’nın kütlesi. Kütle arttıkça zaman bükülüyor. Bir başka deyişle zaman, gayet somut bir varlık. Saatler ve güneş, sadece onu fark etmemize yarıyor, tıpkı yol şeritleri gibi.
Evren, gerçeklerin kuramlardan daha karmaşık olabildiği bir yer. Örneğin, maddeyi oluşturan atomların birbirlerine değmesi imkânsız. Yani aslında hiçbir şey birbirine değmiyor, dokunduğunuz hiçbir şeye gerçekten dokunmuyorsunuz. Sadece basınç ve çekimler söz konusu. Bu şekilde, her şeyin mikro boyutlarda gözeneklere sahip olduğu fark edilebilir. Zaman da evrenin bütünlüğüne tabi olarak, gözeneklere sahip. Bu gözeneklere fizikte ‘solucan deliği’ adı veriliyor. Atomlardan dahi küçükler. Kimi bilim insanları bu solucan deliklerini kullanarak zaman içinde atlama yapılabileceğini ve yolculuğun gerçekleşebileceğini öne sürüyor.
Hawking’e göre bunun imkânsızlığı paradokslardan kaynaklanıyor. Evrende her şey ileri doğru giden ve kendini imkânsız hale getirmeyecek varoluşa sahip. Sözgelimi, solucan deliğinden geçen bir bilim adamı, geçmişteki kendisiyle karşılaştığında, kendisine ateş eder ve öldürürse, bu durumda gelecekten kim ateş etmiş olacak? Bu ve benzeri paradokslarla geçmişe yolculuğun imkânsızlığı ispatlanabiliyor.

Zaman nasıl akıp gidiyor?
Geleceğe gidiş ise ışık hızı sayesinde mümkün. Evrendeki sabit en yüksek hız, yine Einstein’ın ispatladığı üzere ışık hızı. Bu hıza tam ulaşmak ise fizik kanunlarına göre mümkün değil. Hawking’e göre ışık hızına yüzde 99.99 yaklaşacak bir uzay gemisinde fizik kanunları devreye girecek ve ışık hızına ulaşmayı mümkünatsız kılmak için zaman yavaşlayacaktır. Küçük plastik topu havada tutan üflemeli oyuncağı hatırlayın. Top aslında yere inmek istediği halde kendisinden daha güçlü bir kuvvet ona karşı koyduğu için havada duruyormuş gibi görünür. Zaman da ışık hızına ilerlemeye çalışan maddeye karşı koyarak yavaşlayacaktır.
Hawking’e göre Dünya’nın etrafında ışık hızıyla dönen uzay gemisinde geçen bir hafta, böylelikle (ışık hızı hesabıyla) dünyada 100 yıla tekabül edecek ve uzay gemisinden inenler dünyayı 100 yıl ileride bulacaklar, bir daha geri dönmemek üzere. Hawking’in savı, çok güçlü bir deneye dayanıyor: CERN Parçaçık Hızlandırıcısı. İncelenenler arasında ‘pi-meson’ adında, saniyenin 25 milyarda biri kadar ömrü olan atomdan küçük parçacıklar bulunuyor. İsviçre’deki Parçacık Hızlandırıcı’da pi-mesonlar ışık hızına yüzde 99.99 oranında ulaştığında ömürlerinin 30 kat uzadığı görüldü. Aslında ömürleri uzamıyor, onların zamanı yavaşlıyordu.
Başka bir şey için zaman, olduğundan farklı davranabiliyorsa, biz neyin zamanında yaşıyoruz? Şimdi ‘Zaman akıp gidiyor’ sözünü bir kez daha düşünmek ister misiniz?
İnsanlık son 30 yılda, yüzlerce yılda kat etmediği kadar yol kat etti. Yıllar önce lafı bile insanları korkuyla sokağa döken uzaylılar, şimdi gündemin olağan parçası durumunda. Zamanda değişiklik ise insan eliyle gerçekleşti bile.
Bütün bu olan biten, yeni bir çağ başlangıcında, inanç sistemlerinin dengesini koruyan saklı bilgilerin alıştırmalı bir ifşası olarak hayal edilebilir mi? Yoksa ömrünün son demlerini yaşayan büyük bir bilim insanının, varlığını adadığı kuramları gelecek kuşaklar için tarihe kazımasına mı şahit oluyoruz? Önümüzdeki onyılları kendi medeniyetimize fazla zeki gelmeden görebilirsek, belki de öğreneceğiz.

Hiç yorum yok: