20 Mayıs 2010 Perşembe

Onlarin Savasi

Türkiye’de üç savaş birden yaşanıyor; emekle sermayenin ‘sessiz savaşı’, ulusal haklarını arayan Kürdün savaşı ve sermaye grupları arasındaki egemenlik savaşı, yani onların savaşı…

Uluslararası finans çevrelerinin yayın organlarından biri olan Wall Street Journal, sermaye grupları arasındaki egemenlik savaşına, “Türkiye’de dinci ve laik elitler arasında(ki) kansız iç savaş” diyor.

AKP karşıtlarını Kemalist ya da darbeci, darbe karşıtlarını ise Fettullahçı ya da AKP’li sayan hatırı sayılır bir taraftar kitleyi de oluşturan bu savaşın tarihsel arka planına bir göz atmakta yarar var:

Hikaye, cumhuriyetin kuruluşuyla başlıyor. Cumhuriyetin kurucu gücü askerdir. Ve Kemalizm, kurucu gücün ideolojisidir. Bu yüzden Cumhuriyet sonrası – 'çok partili rejim' öncesi iktidara Kemalist iktidar deniliyor.

Kemalist iktidarın ilk işlerinden biri devlet eliyle milyonerler yaratmak olmuştur. “Efendiler, isteriz ki memlekette çok ve çok milyonerler olsun” sözü Mustafa Kemal’e aittir. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında henüz ‘cılız bir çocuk’ durumunda olan burjuvaziyi büyüten Kemalist iktidardır. Denilebilir ki, Türkiye burjuvazisi, Kemalizmin eseridir.

Kemalist ideolojiyle büyüyen geleneksel sermaye, İkinci Savaş sonrasında, uluslararası sermayenin demokrasicilik oyununa dahil oldu ve böylece memleket ‘çok partili rejim’ ile tanıştı.

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimde Kemalist parti CHP’nin yerini DP aldı. Fakat, ezici bir çoğunlukla iktidara çıkan DP’liler, zafer sarhoşluğu ile Kemalist geleneğe ‘dokunmaya’ başlayınca, 27 Mayıs 1960’da, cumhuriyetin kurucu gücü askerlerin gazabına uğradılar.

27 Mayıs Darbesi’nden sonra, artık “memleketi adam gibi yönetemezseniz darbemi yapar, tepelerim!” diyen bir ordu vardır ve kendini rejimin koruyucusu olarak vazifelendirmiş Kemalist ordu gerçekten de dediğini yapmaktadır.

Diğer yandan, 70’li yıllarda, uluslararası sermaye ile işbirliği içinde ‘mutlu mesut’ bir hayat sürdüren geleneksel sermayenin huzuru, küçük – orta sermaye gruplarının ‘yakınmaları’ ile bozulmaya başlar. Tekel dışı sermaye grupları, iktisadi hayatın neredeyse bütününü kontrol eden ve pastadan aldıkları payı büyütme bahsinde sınır tanımayan geleneksel sermaye yüzünden büyüme özlemlerini gerçekleştirememekte, dahası artan oranlarda erimektedir.

Bilindiği gibi, sermayenin bu ‘mağdur’ kesimleri siyasi bir güç oluşturma ihtiyacı duydular ve İslam ideolojisine sarıldılar. İslam ideolojisiyle siyaset yapan ve kendilerini ‘Anadolu sermayesi’ şeklinde ifade eden ‘mağdurlar’, bütün engelleme çabalarına karşın bir güç oluşturmayı başardılar ve memleket idaresine ortak olmaya başladılar.

Laik cumhuriyetin koruyucusu olduğunu düşünen ordu, İslam ideolojisini kullanarak siyaset yapan sermayenin ‘mağdur’ kesimleri ile egemen sermaye arasındaki çıkar çatışmasını büyük bir hassasiyetle izlemeye aldı. Ve görülen lüzum üzerine, “şeriat tehlikesinin önünü kesmek maksadı ile gerekli müdahalelerde” bulundu. Ordunun son etkili müdahalesi 28 Şubat 1997’de gerçekleşti.

Aynı dönemde, İslam coğrafyasında sosyalist ideolojinin önünü kesmek için İslam ideolojisini yayan ve İslamcıları destekleyen emperyalizmin Yeşil Kuşak Projesi revize edilmiş, bunun yerine Ilımlı İslam Projesi hazırlanmıştır. Ilımlı İslam Projesi’nin merkezi uygulama alanı ise Türkiye’dir.

ABD’nin ve AB’nin stratejistleri ve teşkilatçıları, Ilımlı İslam Projesi’nin Türkiye’deki uygulayıcısı olarak Fettullahcılar dahil pek çok cemaatle birlikte, yakın geçmişte ordunun hışmına uğramış Refah Partisi’nin yeni nesil kadrolarını ‘örgütlediler’ ve Türkiye siyasetine ‘nur topu’ gibi bir siyasi parti kattılar; AKP...

ABD’nin ve AB’nin aktif desteğini alan AKP işe çok hızlı başladı. Büyük Ortadoğu Projesi ve Ilımlı İslam başlığı altında kendisine verilen bütün ödevleri ‘başarıyla’ yerine getiren AKP, bir yandan da kendisini var eden ve ‘anlamlı kılan’ sermayenin ‘ehli müslim mağdur kesimleri’ni ihya etmeye başladı.

Uluslararası sermayenin gönüllü taşeronluğunu üstlenen eskinin şeriatçıları, ‘dünya işlerini’ öncelemeyi tercih ettiler; eskinin ‘mağdur’ sermaye grupları AKP sayesinde büyük bir hızla palazlandılar ve geleneksel sermaye erbabının 70 – 80 yılda ulaştığı düzeye 7 – 8 yıl içinde ulaştılar. Eskinin ‘mağdurları’ yeni egemenler haline geldiler.

Bu durum Kemalist ideolojiye yaslanarak bugünlere gelen geleneksel sermayeyi ve bağlaşık güçleri ‘harekete’ geçirmeye yetti. Ilımlı İslam Projesi’nin gözü kara uygulayıcısı AKP’ye karşı ‘şeriat tehlikesi’ vurgusuyla başlayan tasfiye eylemlerinin asıl nedeni budur.

Ne var ki, AKP tasfiye edilemiyor; tam tersine, AKP’yi tasfiye etmek isteyenler tasfiye edilme ‘tehlikesi’ ile karşı karşıyadır. AKP’nin tasfiyesine dönük bütün girişimler ABD ve AB tarafından engelleniyor; “memleketi adam gibi yönetemezseniz darbemi yapar, tepelerim!” rahatlığındaki ordunun bütün darbe planları deşifre ediliyor ve generaller darbe girişimi suçlamasıyla tutuklanıyorlar.

Velhasıl, toplum bilincine “dinci ve laik elitler arasında(ki) savaş” şeklinde yansıtılan bu savaş, gerçekte, seksen yıllık iktisadi ve siyasi egemenliğini Kemalist ideolojiye yaslanarak sürdüren geleneksel sermaye ile daha düne kadar ‘üvey evlat’ muamelesi gören ve fakat uluslararası sermayenin gözde taşeronu konumuna ‘yükseltilen’ AKP’nin sınırsız desteğiyle kısa sürede palazlanan Anadolu sermayesinin ‘ehli müslim’ hür teşebbüs erbabı arasındaki egemenlik savaşıdır.

Ve soru şudur; emeğin ve insanlığın özgür geleceğini dert edinen bir devrimci, bu savaşta nerede durur ve ne yapar?..

Kanımca bu soruya şöyle bir yanıt verilebilir: Emek dünyasının devrimcisi, öncelikle bağımsız siyasi duruşunu korumayı bilmeli ve mümkünse, sermaye grupları arasındaki egemenlik savaşı ile oluşan durumdan ‘devrimci bir vazife’ çıkarmalıdır. Fakat şayet bunu gerçekleştiremeyecek kadar zayıf bir durumdaysa, oturup ‘yazıklanabilir’, ama asla onların savaşında bir taraf olamaz!..

Sadık Varer

Hiç yorum yok: