27 Mayıs 2010 Perşembe

Hakikati Arama Anlayışı

Madde, hapsolmuş enerjinin özgün bir biçimidir. Madde enerjiye dönüştüğünde yok olmaz. Eski mekanik 'kütlenin korunumu' prensibinin yerine, şimdi kuantumla çok daha genel 'kütle-enerjinin korunumu' prensibi vardır. Kütle hiçbir şekilde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. Toplam kütle enerji sabit kalır. Tek bir madde zerreciği bile yoktan yaratılmaz. Kütle sürekli olarak enerjiye dönüşmektedir, aynı şekilde enerji de kütleye. Çünkü iki foton karşılaştığında, fotonlar yeterli enerjiye sahiplerse bir elektron ve pozitron oluşturabilirler. Bu ise yeni bir oluşumdur. Yani enerjiden madde üretimine geçiştir. Böylece bir öncekinin sonrakinde devam ettiği süreç başlamış olmaktadır.

DALGA PARÇACIK İKİLİĞİ

Kuantum dünyasında da günlük yaşamımızda olduğu gibi, var oluş ve ilişkilenme birbirinden ayrılmaz. Kuantum gerçekliğinin iki yüzü vardır. Bunlar bilindiği üzere dalga-parçacık ikiliğidir. Mükemmel diyebileceğimiz bir biçimde bütünleşmiş zihin-beden ilişkisinde, dalga-parçacık ikiliği iyi bir metafor oluşturmaktadır. Çok temel bir gerçeklik olması nedeniyle dalga-parçacık, zihinsel ile fizikselin kökenini oluşturur. Demek ki, evren birbirinin içine geçen zihinsel ile fiziksel oluşumlardan oluşmaktadır. İnsanın zihinsel yaşamının beynin maddesel durumundan fazlasıyla etkilendiğini biliyoruz. O zaman fiziksel hareketlerinde benzer şekilde görünmeyen varlıkların (enerji) iç yaşamlarıyla biçimlendiğini söyleyebiliriz. Yani kuantum teorisinin kanunları sayısız özel deneyimin topluca bir yansımasıdır. Ya da her fiziksel işlemin ardında görünmeyen zihinsel bir deneyimin yattığını söylersek yanlış olamayacaktır. Her fiziksel oluşumda zihinsel bir gerçekliğin var olduğuna bir hipotez olarak 'kuantum animizm' diyenler vardır ve bu görüş yaşanan gelişmelerle her geçen gün kendini daha fazla kanıtlayarak sağlam temellere oturmaktadır.

Kuantum gerçekliğinin iki yüzünün olduğunu belirtmiştik. Kuantum, bakıldığında parçacık, bakılmadığında dalga olmak üzere çift taraflı yaşam bulur. Kendi özgünlüğü içerisinde dalga veya parçacık olarak yol almakta ve uygun koşullar oluştuğunda çeşitli oluşumlara yol açmaktadır.

PARÇACIK DALGANIN ÖNÇÜLÜ DEĞİL

Kuantum bakışta dalga parçacığın öncülü olmadığı gibi, parçacık da dalganın öncülü değildir. Her ikisi de aynı gerçekliğin farklı halleri olmaktadır. Bunların her biri diğerinin daha karmaşık, daha tutarlı ve anlamlı formlara doğru gelişmesine ortam sağlar. Maddenin yoğunlaşmış enerji birikimi olduğunu biliyoruz. Öyleyse bir elektrondan genel evrene varıncaya kadar tüm koordinatlarda ve yine en küçük moleküller oluşumdan tutalım insana varıncaya kadar tüm canlı organizmalarda kendilerine has bir enerji potansiyeli vardır. Yine moleküler var olan tüm oluşumların fiziki yönünü kuantum parçacık içindeki potansiyel enerji yönünü ise kuantum dalga oluşturmaktadır. Bu durumda maddedeki enerji potansiyeli onun canı veya kendine özgü 'canlılık ruhu olmuyor mu?' Eğer böyle kabul edersek ki bütün gelişmeler buna işaret ediyor. O halde evrendeki enerjiyi 'evrensel zeka' olarak yorumlayıp değerlendirmek gerekir. Daha da ileri giderek evreni canlı bir varlık olarak da değerlendirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Evrende var olan potansiyel enerji bir nevi evrenin ruhu olmaktadır. Demek ki, evren canı, ruhu ve zekasıyla bir organizma olabilir. Zihin ve madde bir birbirleriyle yaptıkları yaratıcı diyalogla evrenin hikayesinin iki taşıyıcısı olarak, milyonlarca yıldır şu veya bu biçimde devam eden mahrem, tahmin edilemeyen bir girişimin anlam arayışının ayrılmaz tutarlı ortakları olarak varlığın tüm seviyelerinde biçimlenerek zenginleşmişlerdir. Evrenin bir zamanınnın olabileceği gibi, evren içerisinde de her oluşumun bir zamanının olduğunu gözlemlerimizden biliyoruz. Evrende her an sayısız oluşum doğup ölmektedir. Var oluş gerçekleşir, gelişir ve ölür. Peki, bunca hengame inşa ve yıkılış, doğum ve ölüm, var olma ve dağılmanın manası nedir? Acaba bu soruya evren tüm bunlarla kendini anlamlandırmaya çalışmakta, büyük bir anlam arayışını amaçlayarak sürdürmektedir, şeklinde yanıt olabilir miyiz? Eğer buna cevabımız evet ise, 'maddenin amacı anlamlaşmak, anlamın amacı da maddeyi aşmak' olmaktadır. Bu işlem insanda zirve yapmıştır.

DALGA-PARCACIK, RUH-BEDEN İKİLİĞİ

Peki ama insandaki canlılığı nasıl algılamalıyız? İnsanın canlılık ruhunu ve zihnini nasıl yorumlamalıyız? Ölü insan ile canlı insan ağırlığı arasında 18 gramlık enerji farkından bahsedilmektedir. Bu durumda yukarıda da belirttiğimiz üzere canlılık bir çeşit enerji olmaktadır. İnsanın canlılık ruhunu, zihnini ve bedenini oluşturan enerji dolayısıyla madde evrendeki bütün oluşum ve deneyimlerin birikimidir. Adeta evren insanda şaha kalkmıştır. Bu nedenle 'kuantum ile kozmosun orta yerinde mikro kozmos olan insan vardır' denir. Öyle anlaşılıyor ki, evren için tüm oluşumlar birer deneyim oluşturmaktadır. Her oluşum yeni bir arayış, her ölüm ise bir deneyim ve zenginleşmedir. Şairin, 'sonumdadır benim başlangıcım, fakat aynı zamanda başlangıcımdadır benim sonum' mısrasından da anlaşıldığı üzere tüm ölümler evrensel zihni-ruhu geliştirip zenginleştirdiği gibi, daha gelişkin üst bir oluşuma da zemin oluşturmaktadır. Dolayısıyla insan ve insan toplumunun var oluşu tüm var oluşların toplamı, bileşkesi, sentezi olmaktadır. Hissiyle, duygusuyla, algısıyla ve zihniyle evrenin en gelişkin canlısı insandır. Ötesi henüz bilinmemektedir. Demek ki, insandaki öznel farkındalık holistik ilişkilenme biçiminde kuantum süreçlerden geçerek doğmuştur. Ve kuantum kuramındaki dalga-parçacık ikiliği, zihin-beden veya ruh-beden ikiliğinin temelini oluşturur. Öyleyse çokça söylendiği gibi ruh ile beden bir birbirlerinden ayrı değerlendirilebilecek farklı şeyler değillerdir.

Ruh-beden ikilemi insan toplumunda, insanlığın çocukluk aşaması olarak da ön görülen paleolitik, mezolitik ve neolitik evreleri kapsayan doğal toplumun son aşamasına yani devletli, tahakkümcü sistemin gelişmesine kadar olması gerektiği gibi optimal dengesini korumuştur. Bir birini koşullayarak, tamamlayıp geliştiren bir ilişkilenmeyle insanın kendi iç dünyasında dengeli olmasını sağlayan ruh-beden ikilemi insan ve insan toplumu ilişkilerinde de bir ahengin oluşmasına yol açabilmiştir. İnsan bireyi kendini ruh ve beden olarak bütünlüklü görüp ona uygun davrandığından analitik ve duygusal olarak sağlıklı bir devir dayımı sağlayabilmiştir. İnsandaki iç bütünlük ve bunun sonucunda yaşadığı dinginlik onu muazzam yaratıcı kılarak gelişmesine yol açmıştır. İnsan bireyinin yaşadığı bu gelişmeler sonucunda devrim olarak değerlendirdiğimiz topluluk şeklinde yaşamanın zorunluluğunun bilincine varılmış olmanın yanı sıra yerleşik yaşama geçişi de gerçekleştirebilmiştir. Bu durum birey-klan-toplum ilişkilerinin sağlıklı düzenlenmesini de beraberinde getirmiştir. Yani bireyler olmadan toplumun, toplum olmadan bireylerin var olamayacağını fiiliyatta yaşayarak çok iyi anladıklarından nereye kadar bireyin ve nereden sonra toplumun veya başka bir deyimle nereye kadar toplumun ve nereden sonra bireyin esas alınması gerektiğinin farkındadırlar. Bu prensip yaşamın tümünde kendini çarpıcı bir biçimde hissetirmektedir.

Doğal toplum olarak değerlendirilen yaşam biçimi, insanlık aleminin toplam tarihinin yüzde doksanını aşan bir süreci kapsamaktadır. Demek ki, insanlık esasen on binlerce yıl toplumun, doğanın ve evrenin aklı ve diline uygun yaşayabilmiştir. İnsan, bilinçli olmasa da toplum, doğa ve evren arasında var olan bağa, ilişkiye ters düşecek her tür tavır davranış ve eğilimden kaçınarak yaşamını sürdürmüştür. Görüldüğü üzere genelde doğal toplum ve özelde ise ana-tanrıçanın iş ve rol koordinasyonu öncülüğünde insanlık alemi hakikate uygun örgütlenerek yaşamını sürdüregelmiştir.

HAKİKATTEN NASIL UZAKLAŞILDI?

Öyleyse ne oldu da insanlık hakikatten uzaklaştı? İnsanlık tarihinde yaşanan bu kırılmanın nedeni neydi? Elbette birçok neden vardır. Fakat diğer tüm nedenlere kaynaklık eden en temel neden ana-tanrıçanın iş ve rol koordinasyonu öncülüğündeki neolitikte gözden kaçan küçük bir ayrıntıydı! Bu da yaşlı erkeklerle statü belirlenmeden kendi hallerine bırakılmış olmalarıydı. Belki de çalıştırılmayarak herhangi bir yükümlülük altına alınmamaları kendileri için bir statü olarak düşünülmüş olabilir. Çok küçük bir sorun olabilir fakat adeta 'kelebek etkisi' yaparak açılan bir gedikten insanlığı, neslini yok etmeye karşı karşıya bırakan bir duruma getirebilmiştir. Başta yaşlı erkekler olmak üzere, yaşlılığa aday yetişkin ve daha da ötesi genç erkeklerde bu temel çelişkiden zamanla etkilenmiş ve ana-tanrıça sistemine karşı tavır alabilmiştir. Yaptığı güç gösterileri ve büyüyle (yanıltma) toplumu etkilemeye çalışan şamanlar etkileri altına aldıkları gençleri askeri güç olarak örgütlemeye çalışırken ana-tanrıça sisteminden kopardığı kadınları ise kulübelerine kapatırlar. Rahipler panteonunda kendilerini tanrı ilan etme hazırlığındayken, kadını ise daha sonra 'namus' olarak kavramlaştırılacak olan kaide ve kurallara bağlayarak kendi özel evlerine haremlerine ve tapınağa kapatmışlardır. Artık rayından çıkarak dengesi bozulmuş toplumun yeni ilişki biçiminin türettiği iktidar, kariyerizm, sömürü, yalan ve tahakküm, hastalığı oluşturan virüs gibi toplumun bünyesini kemirecektir.İç dinamikleri dağılmış bütünlüğünü yitirmiş bireyci, bencil bir çıkıştır.

Kendi içinde atomize olmuş bireyler grubunun ana-kadını tahakküm altına alarak toplumun var olan dengesini bozup toplumu kategorilere ayırmakla yetinmeyeceği açıktır. İnsanlığın on binlerce yıl deneyleyerek dişini tırnağına takıp ilmik ilmik ördüğü eşit, özgür ve paylaşımcı yaşamın kutsallığını hiçe sayarak büyüsünü bozmanın vardıracağı nokta günümüzde yaşanan açlık, sefalet, doğanın tahribi, savaşlar ve en nihayetinde kendine yabancılaşma olmaktadır. Kendi iç parçalanmışlığının bir yansıması olarak toplumu kategorize ederek sınıflara ayırmak, bununla da yetinmeyip haddini aşarak doğaya hükmetmeye kalkmak en hafif deyimle kendini bilmezlik olmuştur. İnsanın özgün doğası olumlu ve olumsuzun ötesindedir. Evrenin kendisiyle doğaya ve köklere sahiptir. Özgünlüğüyle birlikte doğasıyla ve kökleriyle kopmaz bağlarla mahrem ilişki ve iletişim içerisindedir. Olay ve olguları birbirinden ayrı düşünmek birbirinden kopuk ele alıp soyutlamak, birini diğerinin önüne çıkarmak veya daha fazla önem atfetmek ucubeleştirir. Evrendeki her varlığın bir anlam arayışı ve kendine özgü önemi vardır. İnsanda bunlardan biridir. Her varlık evrende zincirin bir halkasını oluşturur. O zincirin işlevi için her biri farklı özgünlükte olsa da tüm halkalara ihtiyaç vardır. Halkaları bir birinden kopararak ayrı ayrı ele alıp değerlendirmek anlamsızlaştırır. 'Bir şeyleri seçmek, onları ayrı ayrı görmek, isimlendirmek ve mantıksal olarak yapılandırmak erkek özellikleridir. Bunlar zekamızın 'parçacık yanını izler' ve analitiktir. 'Şeyler arasındaki bağlantıları görmek daha dişicedir. Ruhun 'dalga yönüne' ayna tutar.' Hissidir, duygusaldır.

MODERNİST ATAERKİL SİSTEM

Bu gelenekten gıdasını alan felsefe ruh-beden ikilemiyle, pozitif bilim ise enerji-madde ikilemi ile ve en nihayetinde ideolojik uzantısı olarak 'öznellik-nesnellik ayrımına dayalı idealizm-materyalizm, diyalektik-metafizik, liberalizm-sosyalizm, deizm-ateizm başta olmak üzere' benzeri tüm kaba ikilemler modernist ataerkil sistemin ana omurgasını, iskeletini oluşturmaktadırlar. Bu ikilemlerle toplum kutuplaştırılarak bir birine düşürülmüştür. Tüm farklılıklar ve ikilemler karşıtlaştırılarak birinin varlığı diğerinin yok oluşuna bağlanmış ve bu durum diyalektiğin yani çelişki ve gelişmenin zorunlu bir gerekliliği olarak algılanıp empoze edilmiştir. Hakim mantık 'hem, hem de' üzerine değil, 'ya, ya da' üzerine kurulmuştur! Böyle olunca da adeta her şeyin her şeyle 'herkesin herkesle savaş haline' yol açabilmiştir. En genel anlamıyla kadın-erkek, birey-toplum ve toplum-doğa karşıtlığı bu esasa göre yaşam bulmuştur. Bu determinist indirgemeci ak kara mantığı yaşamımızın ayrıntılarına kadar nüfuz edebilmiştir. Modernist paradigma yaşam suyunu, gıdasını bu çelişki ve çatışma halinden almaktadır. İnsan toplumunda tüm kategorilerin kendini esas alan, benmerkezci, bencil, bireyci, egoist diyebileceğimiz hastalıklı yaklaşım bu zihniyet yapısından kaynaklanır. Oysa kaynağını neolitikten alan hakikat arayışçılarının oluşturduğu çizgi ve mücadeleleri sonucunda oluşan değerler birikiminden, yine yaşamdan eylemlerimizden ve gözlemlerimizden hakikatin bu olmadığını görüyor ve biliyoruz.

Modernist paradigmanın esasını oluşturan üç kritik ikilem özne ile nesnenin ayrılması yani ruh-beden veya içsel ile dışsalın ayrı ele alınması olmaktadır. Ruh ile bedenin veya içsel ile dışsalın bir birinden ayrılması nesnesiz aşırı uçta bir öznelliğe ve öznesiz aşırı bir nesnelliğe yol açtı. İdealizm bu nedenle maddenin önemini ve gerçekliğini dışlayarak, ne varsa hepsini zihne-ruha indirgedi. Diğer yandan materyalizm, zihin ve ruhun önemini ve gerçekliğini dışlayarak ne varsa her şeyi maddeye indirgedi. Bunlar aynı zamanda tarih boyunca hakikat arayışçılarını kurulu sistem içinde tutan, sistem içleştiren kurulmuş birer tuzak rolündeki argümanlar olmuşlardır. Bireyle toplumun bir birinden kopuşu bir yandan abartılı bir bireyciliğe yol açarken, diğer taraftan ise bireylerin anlam ve önemini göz ardı eden zorlama bir toplumculuğa yol açabilmiştir. Bu esas üzerinden filizlenen yaklaşık beş bin yıllık modernist sistem, bu argümanlarla hemen hemen yaşamın her alanında 'sürdürülemezlik' sınırına dayanmıştır.

HAKİKAT YARATICI AHENKTİR

Kaynakların tükenişi, çevre yıkımı, sınırsız büyüyen toplumsal çıkarlar, çözülen ahlaki bağlar, yaşamın mekan ve zamandan kopuşu, büyük stresli ve büyüsünü, şiirselliğini yitirmiş yaşam, dünyayı çöle çevirecek nükleer silah yığınları, sonu gelmeyen ve tüm toplumsal bünyeyi saran yeni savaş türleri gerçek bir mahşeri çağrıştırmaktadır. Bu gerçeklik bile kurulu sistemin iflas ettiğinin bir göstergesi olmaktadır. Oysa hakikat rejimi insanın dünya içinde kendine daha holistik ama gerektiği kadar da özerk bir bakış açısı kazanması gerektiğini müjdelemektedir. Zihin-ruh ilişki, madde ise ilişki kurulandır. İkisi ayrı ayrı tek başlarına ele alındığında anlamsızlaşır ve bir şey ifade etmezler. Ama ikisinin birlikteliği evrenin, dünyanın ve bizim varlık nedenimizdir. Hakikat rejimi; içsel olan ile dışsal olan arasında bir ikilem yaşamaz, çünkü ruhun-zihnin içsel dünyasıyla maddenin dışsal dünyasının bir birlerini doğurduğunu bilir. Hakikat rejimi; aşırı bireyciliğin kof narsizmiyle aşırı ve toptancı toplumculuğun mistizmi arasında optimal dengeyle uzlaşı olmaktadır. Yine her varlığın kendine has olduğunu ve tamamıyla ilişkilerinin özgün bir deseni olduğunu dolayısıyla bu ilişkilerden ayrı düşünülemeyeceğini söyler. Toplum ile doğa arasındaki ikiliği aşar ve aslında toplumsallığın büyük başarısına 'doğallığın sınırları' kavramını dayatır.

Sonuç olarak; hakikat rejimi dalga-parçacık, enerji-madde, ruh-beden, özne-nesne, duygusal zeka-analitik zeka, birey-toplum, toplum-doğanın ve bunlardan kaynağını alan tüm ikilemlerin bir birleriyle var olan holistik ilişkisi, yaratıcı diyalogu ve ahengi olmaktadır. Yine çocukların bitmez tükenmez meraklarının, gençlerin sınırsız arayışçılığının, kadınların toplumsal bütünlüğün mayası duygu yüklü gerçekliğinin, yaşlıların yoğun deney tecrübeleri ve anlam yüklü gerçekliği olmaktadır. Görüldüğü üzere hakikat arayışçılarının tarih boyunca verdikleri mücadele ve sergiledikleri direnişle oluşturdukları doğal toplum eksenli çizginin toplamı, bileşkesi, son meşale taşıyıcısı olan bilge insan bu çizgiyi sistemleştirme yükümlülüğünü üstlenerek, sistemin teorik perspektifini Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgülükçü Toplumsal Paradigma olarak belirledi. Pratik politik ve örgütsel ayağını da Demokratik Konfederalizm olarak tanımladı. Öyleyse hem evren ve doğa ve hem de insanlık adına hakikat rejimini anlama ve kavrama arayışı içerisinde olmak bir yükümlülük ve görev olarak önümüzde durmaktadır diyoruz.

Hüseyin TUNÇ*
* Kırıklar 1 nolu F Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok: