18 Mayıs 2010 Salı

Analarımızın Yaşama Kattıkları

Cinsiyetçi zihniyetin bizlerde yaratığı kişilik şekillenmesine, tahribatlara, parçalanmışlıklara “edî bes e” diyelim. Ve inancımızı ateşle bileyerek, gücümüzü Güneşimizden alalım.


Şilan Deniz

Analık dönemine baktığımızda, yazılı hukuk diye bir şey yoktur. O dönemde halklar adet ve görenekleri ile toplumu yürütmekteydiler. Yani yazılı bir hukukla değil de ahlâk kanunu ile yaparlardı. Doğal toplumda doğa kanunları ve ortaya çıkan tecrübeler sonucunda, kendi yaşamlarına da yön vermekteydiler. Toplum ve birey arasında doğal olarak optimal bir denge kurulurdu. Ne birey için toplum, ne de toplum için birey feda edilmekteydi. Bu anlamda herkesin hakları eşitti. Yaşamın bir ölçüsü vardı ve bu da çok doğal oluyordu. Analığa kutsal, çocuk bakmaya ise bir eğitim işi olarak yaklaşılıyordu. Bu işi yapanların her zaman için topluluk içinde belirli bir yerleri olurdu. Çünkü onlar yaşama yön verdikleri gibi, insanların topluluğun temel çıkarları için gelişmesinde her şeyi topluluğun hizmetine koyuyor ve bunu da karşılıksız yapıyorlardı.

Doğada yaşamı zorlayan temel sorunların nasıl çözüleceği üzerinde düşünüp, çözüm gücü olan kadınlardı. Onlar yürekli ve adaletli oldukları gibi, ilk hukukun da temellerini atan analarımızdı. O dönemin çocuklarına öğrettikleri şey, insanı kendi doğal evriminden uzaklaştırmadan, doğayla dost ama kendi yaşam sorunlarını çözebilecek, çözerken doğaya hakaret etmeden ya da zarar vermeden, neyi nasıl yapacağını bilmekti. Adaletlerinde ayırım yoktu. Hukuk anlatışları tek bir cinsi korumuyordu. İnsan olgusu her şeyden üstündü, ona değer de esas alınması gereken temel koşuldu. İnsanı sevmek ve ona değer vermek, doğayı sevip değer vermekle mümkündü.

Yani her iki olgu birbiriyle sıkı sıkıya bağlı iken, aralarındaki ilişki de bir o kadar bütünlüklüydü. Günümüzde adaletin terazisi diye tarif edilen şeyin bir tarafında insan, diğer tarafında ise doğa vardı. Biri birinden ne ağır, ne de hafifti. Bağlar güçlü, ilişkiler dengeli olduğu oranda topluluk yaşamına güzellik katıp gelecek için umutlanmaktaydı. Umut ve doğaya yaşamın kaynağı olarak bakılır ve her yeni yetişen çocuğa da bu öğretilirdi. Bunu yapan kadındı elbette. Nasıl ki doğa insana barınıp çoğalması için ana rahimlik görevi yapıyorsa, kadın da topluluğun yaşam güvencesi olarak, her şeyi öğreterek, toplulukların birbirleriyle barış içinde yaşamasını sağlardı. Adalet ve hukuk analığı yapmanın yanı sıra, insanın kendi özünden kopmadan ilerlemesinin de güvencesi ve bilgesiydiler.

Aslında bilgelik, kadının yazılmayan tarihinde halen yazılmayı bekleyendir. Tanım olarak bilgelik, günümüzde sadece erkeğe mahsusmuş gibi görülürken, kadına bırakılan ise cehalettir. Toplumlarımızı bugüne getiren analarımız (kadınlar) ise, ataerkil devletçi sistemin daha ilk doğuşunda cadılıkla suçlanmış, cadılığın ise topluma kötülük getiren kişiler olduğu savunulmuştur. Bundan dolayı binlerce bilge kadın cayır cayır yakılmış, binlercesi çarmıhlarda ibret olması için can verene kadar katledilmişlerdir. Bilgelik o zamandan günümüze kadar cinsiyetçi bir bakışla yorumlanmış ve herkesi bilgeliği sadece erkeğin düşünce kapasitesinin kaldıracağına inandırmaya çalışmışlardır.

Bu anlamda analarımıza ait ne varsa, yazmadan tarihin derinliklerine gömmüşlerdir. Böylece tutsak kadın da bilgeliğini yüreğine gömerek, umudunu yitirmeden öfkesini Zagros’un eteklerine salıvermiştir. Esen her rüzgâr da bu öfkenin çığlığı olurken, umut, kardelen misali sistemi parçalayıp hak savaşına gireceği günü bekler oldu. Her ne kadar yazılmasa da, bu kültür günümüze kadar kominal bir değer olarak gelmiştir. Bugün analarımızın bizlere söylediği her ninni, yazılmasına engel olunan ahlâkı, adaleti, hukuku ve bilgeliğin ana kaynağı olan kadının gizemli diliyle söylenmekte. Yüreğimiz bununla büyürken, nasıl olur da ataerkiliğin sanal masallarına inanmamız beklenilmektedir? İnsan bedeni tutsak alınır, dili kesilir ama yüreklerde yaşatılan düşler ve onların bir gün yaşanacağına olan umutlar, her geçen gün daha bir kardelen inadıyla boy atacaktır. Yaşam onun yüreği için bir sevda olduğu için, kirletilmemiş, bu anlamda ataerkilliğe el değdirmemiş sevda tomurcuğunu baharın cemresiyle sulayıp, güneşle besleyerek bizlere yaşamlarıyla öğrettiler.

Bugün hukuk her ne kadar erkeği temsil etse de, kaynağını nereden aldığını bilmekteyiz. Hukuk kendi özüne kavuşana kadar da kadınlar olarak mücadelemiz sürecektir. Yani yaşamın her alanında yeniden var olacağımızı ataerkil sistem görecektir. Bu yeryüzündeki çok tanrılı sisteme açılan bir savaştır. Bunu gerçekleştirmek, tarihten günümüze gelen analarımızın vasiyetidir de aynı zamanda.

Adaletin terazisi tekrar yaşamın doğayla dost, insanların kendi öz kimlik ve tarih bilincine olan inançlı kadınların rengiyle tartılacağı anı hayal ederken bile insan heycenlanmakta. Hukukta hiçbir ayırımın olmadığı, cinsiyetçi zihniyetten arınmış, insan olgusunun esas alındığı bir hukuk sisteminin yaşama katacaklarını bir düşünün!.. Çünkü suçun cinsiyeti yoktur, toplumsal yaşama ne kadar zarar vermiş ise ona göre de yaptırıma tabi olur. İster bu bir kadın olsun, ister erkek olsun fark etmez. Asıl belirleyici olan, toplumsal yaşama sunular katkı,  ya da zarardı. Tecrübeler toplumla paylaşılarak ahlâk toplumun menfaati için işlev görüyorsa, bundan daha olumlu bir sistem beklenebilir mi? Yasalar yazılı maddeler şeklinde insanları korkutan, onları silikleştiren, iradelerini kıran bir tarzdan ziyade, toplumsal yaşamın gereklilikleri üzerinde oluşmuş doğal kurallardır. İradesizleştikleri için değil tam tersine, özgür iradeleriyle karar vererek katıldıkları topluluğun yaşamsal ahlâk kuralarına uyarlar. Saygı tek taraflı değildir. Değer ve insan olma olgusunun paralelinde, emek ve yaşamı var eden bilgeler, gerçek hukukçulardır. Bunlar elit bir tabaka değil, halkla, yani toplulukla birlikte aynı koşullarda yaşayıp, kendilerini topluluğa feda ederler. İşte tüm bunlara öncülük eden de analarımızdır.

İnanna’nın çağdaş takipçileri de aynı böyle yaşamak ve kadın kültürünün kominal değerleri üzerinden daha gür bir şekilde filizlenip boy atmak için, fedai bir ruhla kendilerini katma kararlılığını göstermelidirler. Ancak bu ruh tarihe saplanmış sevda kadının adaletini yeniden evrene getirebilecektir. Bunu yapan elbette, önce kendini yargılamasını da bilmeli ki, adaletin terazisi ataerkil zihniyet yapılanmasından kurtularak insanlara doğruyu kavratabilsin. İnanmayan, söylediklerini de yaşayamaz. Sen yaşadıkça yaşatabilirsin. Buna en güzel örnek tabiî ki, Önderliğimizdir. Onun adaletinden hiçbir kadı kuşku duyamaz, çünkü Önderliğimiz yaşayarak yaşatmaktadır. Bu bir yaşam felsefesidir; “kavrayacaksın, anlayacaksın, inanacaksın ve yaşayacaksın”.

Bu tıpkı analık hukukundaki gibi yazılmayan ama herkesin gönüllüce katıldığı, uyduğu yaşam ahlâkıdır da aynı zamanda. Bu anlamda bilgelerin yaşamı, bizler açısından örnek alınması gereken bir husustur. Nasıl ki yaşamı yönlendiren kadın yaşamıyla örnek ise, bugün de Önderliğimiz sadece bizler için değil, tüm insanlık için yaşamsal bir örnektir. O zaman bizler neden kadın olarak kendimizi yeniden var etme eyleminde her gün ibadet edercesine, yüzümüzü bilge analarımıza ve bugün bizlerin bu çağda yeniden dirilmesine vesile olan Önderliğimize çevirerek kendimizi yargılamasını öğrenmiyoruz ki?

Artık şunu kendimize kabul etmeyerek, cinsiyetçi zihniyetin bizlerde yaratığı kişilik şekillenmesine, tahribatlara, parçalanmışlıklara “edî bes e” diyelim. Ve inancımızı ateşle bileyerek, gücümüzü Güneşimizden alalım. Yıllardır yüreğimizde biriken öfkemizi geriliklerimize karşı savaşarak verelim. Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki, bizler şahsında mevcut bulan tüm gerilikler egemenlerin eseridir. O zaman bunlarla savaşarak, bu savaştan başarılı çıkmak, egemenlere karşı kazanılan bir savaş anlamıma da gelecektir. Ruhumuzdaki asi fırtınaları, inandığımız amaç uğruna yaşayıp yaşattıkça, özgürlüğe bir adım daha yaklaşmış olacağız. O zaman hiç vakit geçirmeden bugünden başlayalım! İster okul sıralarında olun, ister evinizde olun ki en ağır emeğin harcandığı mekândır buralar, ister çalışan kadın olun, ya da entelektüel olun kendinizle özgürlüğün arasındaki bu engellere yeter diyerek, bilge analarımıza yüzünüzü çevirip Güneşi yüreğinize alın.

Nasıl ki kadın olarak doğduysak, bugün de özgür kadınlar olarak yaşamak hakkımız değil midir?

Hiç yorum yok: