8 Nisan 2010 Perşembe

Zap'tan Zapatista'ya...

Habere konu olacak bir görüntü ile bir olayı anlatan birkaç kelime ile yetinir. Zapatista, bir isimdir.

Gazetecilerin, fotoğraflara benzer bir algısı var. Fotoğraf, kelime ve onun anılarıyla hareket eder. Habere konu olacak bir görüntü ile bir olayı anlatan birkaç kelime ile yetinir. Zapatista, bir isimdir. Oysa Latin ormanlarının en görkemlisi olan Lacandona ormanları içinde Zapataların bir bütünü vardır. Bu günlerde Zapataların ‘kırmızı alarm’ başlıklı bir bildiri ile silahlı mücadeleye başladıkları haberleri yayılmakta.

Zapatalar, denildi mi nedense akla Zap geliyor. 96 yılında ilk gazeteciliğe başladığım yıllarda ‘Zap cumhuriyeti’ başlıklı bir yazı dikkatimi çekmişti. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Mahir Sayın ile yaptığı mülakatta “Zapata’ya da Zap’a da gidin” belirlemesi çok çarpıcıydı. İki isim aynı potada eritilmiş gibi hafızama yapışıp durdu. Aradığımızı deniz aşırı uçlarda bulmaya çalışmak, belki de ilk yanlışımızdı. Arayış hep böyle yerlerde olurdu.

Savaş, gerilla veya içimizde hapsedip biçimini bulmaya çalıştığımız arayışlar başka coğrafyalardaydı. Komutan Marcos’un maskesinin ardındaki yüzüne, gözüne yapışan acılar ve gerçekler bizi hiç ilgilendirmedi. Bizim için önemli olan şey onun kenarında bir fotoğraf çekmek ya da birkaç kelime ile haber yapmaktı. Oysa yazılarında bir fotoğraf fakir ve aç çocukların dramını, yanı başımızda olan Amed’li çocukların acılarını derin derin anlamaktan geçerdi. Lacandona ormanlarını anlamak için Zap cumhuriyetine gitmiştim. Tarihin şaşırtıcı cilveleri 14 yıl sonra tekrar karşıma çıkıyor. Yine komutan Marcos bildirisi ve yine Zap’a yürüyüş…

ZAP

Bu ülkede baharlar bizi çeker. 96 da Haftanin kampı denilen yerden Zap’a kadar yürümüştük. O zamanlar kapalı bir kutu gibi olan gerillayı ilk gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Tepkilerini bilmediğimden kaynaklı tam bir askeri hiyerarşi içerisinde ilişkilenmemiz olmuştu. Çektiğim fotoğrafların sayısı bile sayılıydı. Beni gördüklerinde hem kendileri şaşırmış hem de ben çok şaşırmıştım. Gerilla, basına karşı çok mesafeliydi. O zamanlar çok anlamamıştım, ancak yıllar sonra tepkilerine hak verdim. Adsız ve ismi konulmamış bir savaş vardı.

Küçük telsiz muhaberesinde bir yerlerde çatışma ve eylemlerin olduğu anlaşılıyordu. Çok soru ve cevaplara alışık olmayan gerillaya coğrafyayı sormaktan çekiniyordum. Yönümü şaşırmıştım. Ara sıra sınır hattı olduğu anlaşılan yerden top sesleri geliyordu. Tam bir askeri disiplin içinde hareket ediyorduk. Burada her şey sadeydi. Ne düşünülüyorsa o yapılıyordu. Dolaylı mizaçlardan uzak bir yüz ifadesi vardı. Basın demek “şavaşın gizlenilmesi ve hükümete yandaşlık etmek” demekti. Onlarca yaşanmış olayı tersinden yansıtan basının inandırıcılığı kalmamıştı. Her şeyin namlu ucunda yürüdüğü Kürdistan’da gazetecilik belki de gerilla olmak kadar zor bir şeydi. Devlet tarafında vahşice katledilen gazeteci Ferhat Tepe’nin akıbeti gerilla ile yol ve davanın ortak yazgısı gibi bir anlam edinmişti. Gerisi yalandı. Kellen koltuğunda olmasa, bu insanları anlamak ya da onların seni anlamalarını istemen nafileydi. Haberin en doğrusu ve gerçeği, yanı başımızdaki coğrafya da olan biteni anlamadıkça, olayları ya manipüle edersin yada gerçeğinden saptırırsın. Gerillanın dolaylı şeylere ihtiyacı yoktu ki.

1996 da gerillalar tarafından Türk askerleri esir alındığı zaman ilk defa gerillanın bulunduğu alanlara gitmiştim. İlk gittiğim yerlerden biri olan Zap yolculuğumda bize kuryelik eden Şiyar Arap isimli siyah tenli gerillayı hiç unutmadım. Kendisi Arap ve teni siyah olduğu için arkadaşları Arap lakabını takmışlardı. Gerilla Şiyar üç gün önce olan bir eylemden bahsediyordu. Fotoğraf makinesi ile kalemin,

bir olayı ne kadar yalın anlatabileceğini soruyordu. “Kan, dışkı ve gözyaşı arasında ki ilişkiyi kim yansıtacak” diyordu. Üçünün iç içe geçmiş kokusunu gazeteciler anlatabilir mi, demişti.

İnsan bunu nasıl anlatabilir, biçiminde sade ama kafamda şimşek gibi etki bırakan sözler kullanıyordu. O zamanlar böyle bir haber yapmak belki felaket olurdu. Ya da haberi ne kadar gerçeğine uygun yapamazdım. Bir romancı değildim, ama anlatılamayan o kadar şey vardı ki. Gerilla Şiyar sınırda ki “sinek tepe” denilen eyleme katılmıştı. Haber ve yaşadığı olay arasındaki uçurum onun gazeteciler hakkındaki yargılarını sabitlemişti.

“Kahraman Mehmetçik” olarak kalıp haber haline gelen manşetleri karşısında kendisinin vurduğu bir askerin üzerinde kaldırdığı G-3 silahının dipçiğine yapışmış olan kan ve insan pisliğinin bilinenden ne kadar uzak olduğunu söylüyordu. “İki taraf içinde anlam taşıyacak bir haber bu olmalı” diyordu, gerilla Şiyar.

İşte bu sözler ve yürüyüş sonunda Zap’a ulaşmıştık. Gerilla Şiyar basının gerçeğini birkaç cümlede ifade etmişti. Kayalık ve uçurumlarla çevrili Zap cumhuriyetine ulaşmıştık. İki tarafı sarp kayalık ve uçurumlarla çevrili Zap, yerden göğe Zap suyunun genişliği kadar bir koridor oluşturmuştu. Bu koridorda gökyüzünde ki yıldızlar Samanyolu’nu andırıyordu. Yerin göğü zapt ettiği Zap, görenleri zapt ediyordu. Bizi karşılayan gerilla Alişer’in öncülüğünde kayalık yamaçlarından yontulmuş merdivenlerin zikzak’ından ilerledik. Zap suyunun sesi sanki bir dalganın kayaya vurup çıkarttığı gürültüyü andırıyordu. Bir süre sonra manga dedikleri bir odaya girdik. Mor yeşil karışımı veren floransın olması beni şaşırtmıştı. Manganın içi beyaz mermer heykelinin rengini andıran yontulmuş bir yerdi.

Plastik bir masa üstünde duran daktilo ve A-4 kağıtları dikkatimi çekmişti. Kapıdan içeriye doğru hafif bir meltem esiyordu. Yerde ambalaj bandajıyla bantlanmış dört köşeli bir tütün kabı vardı. Kenarda ise daha ambalajda çıkmamış altı yedi battaniye duruyordu. Battaniyeyi görünce gözlerime bir ağırlık çöktü. Çantam hala sırtımdaydı. Üstümdeki kot pantolon beni sıkmış baldırımın üst dirseğinde buruşmuş toz beyazı bir renk yapışmıştı. Gerillanın üstündeki elbisenin ne kadar rahatlık verdiğini o zaman anlamıştım. Bir kaç dakika sonra getirilen yemek doğrusu şaşırtıcıydı. Kızartılmış balık, salata ve birkaç demet “mendık” dedikleri ot vardı. Ekmek ise sanki fırında yeni çıkmış gibiydi. Çaylarımızı içtikten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde uyumuştuk. Sabah olunca Zap’ı artık gündüz gözü ile görüyorum

Gerillalar “Çiyaye Reş” tarafının bombardıman edildiğini söylüyorlardı. Ama herkes çok rahattı. Bize yüzümüzü yıkamak için öncülük eden Alişer bizi bir havuzun başına götürdü. Zap’ın karşı tarafından hortumla su çekilmişti. Mangaya dönünce kahvaltı hazırdı. Beni hiçbir şekilde tanımayacak bu gerillaların yaptığı bu hizmet büyük bir değer ve emeğin bir birikintisi olarak mücadelesinin bir parçasıydı. Kahvaltı yaparken kulaklarımın aşina olduğu bazı sesler duydum. Çok düzgün bir Türkçe ile gazetecilik üzerine bir sohbet vardı.

Tuhaf bir şekilde Alişer’e bakınca bana Milliyet vb. gazetelerden geldiklerini söyledi. O günlerdeki şaşkınlığım bir dizi film gibi ard arda sıralanıyordu. Zap’a gazeteciler gelmişti. O an gerilla Şiyar aklıma geldi. Ben bir gazeteciydim. Fakat Şiyar’ın bana baktığı gibi bende onlara bakacaktım.

Öğlen vakitlerine doğru savaş uçaklarının sesi suyun sesine karıştı. Bilinmeyen ama yakın bir yerde iki el silah sesi geldi. Bize refakat eden gerilla Alişer sakin olmamızı isteyip rutin bir durum olduğunu belirtti. Yani, savaşın rutin haliydi. Bir manganın içersinde beklerken yan taraftaki alışık sesler

coşmuştu. Havadaki jetin dibine asılı bombalar oyuncak değildi. Ama yandan gelen sesten insan şöyle bir sonuç çıkartıyordu ki olan biten şey sanki bir senaryoydu. Ne biçim bir insan, bu ölüm makinesinin gelişini alkışlayabilirdi. Savaş uçaklarının gelmesi ile Türk gazeteciler uçakları alkışlamışlardı. Sanki askerlerin iadesini değil de böyle görüntüler çekmeye gelmişlerdi. Dışarıdan gelen ses bir kadın sesiydi. Anne olabilecek bir kadın. Çiller bir yıl önce “ben de bir anayım” demişti. O an gerilla Şiyar’ın sözleri, “sinek tepede” ölen askerler, annelerinin gözyaşı, bu esir askerlerin dramı ile karşılaştığım bunca gerillanın fotoğraflarını yan yana getirdim. Başımı kaldırdığımda kıvrak bir zekânın gözlerinde okunduğu Alişer’in yüzüne baktım. Birbirimizi anlamıştık. Alişer hafiften gülüp düşüncenin yanak ve dudaklarına verdiği biçimle “bunlar gazeteci değil özel savaş uzmanları” demişti.

14 YIL SONRA ZAP

Yarım saat mesafeden Zap suyunun sesi geliyordu. Bizi randevu yerinden iki gerilla aldı. Doğrusu 14 yıl öncesinin gerilla havası biraz değişmişti. Belki de değişen bendim. Aramızdaki yabancılık bir tokalaşmada dahi bile oluyordu. Zap’ın genel biçimini anımsıyordum. Ama bu sefer içimi titreten şey doğa idi. Zap suyuna yaklaştıkça sanki bütün dağlar eriyip kendini bu vadiye akıtıyordu. Zap, baharın başlangıç günleri ile ilk hareket benden dercesine, buzul dağlar ile Kurejahro dağının zirvelerinde ki karların erimesiyle buluşmuştu. Peru kanyonlarını andıran dar bir kanyonun kenarlarına vuran Zap suyu aşağılara doğru akıntı alanını genişleterek bildik Arap ellerine doğru akıyordu. Zap’a alışık olduğumu yol boyunca gazeteci arkadaşıma anlattım. Fakat bu doğa anarşizmini eksik bıraktım. Kanyon, sanki bizi başka bir dünyaya götürecek bir kapı gibi derinlerinde koyu bir sise boğulmuştu. İki de bir beni durduran gazeteci arkadaşım bana Zap’ı iyi anlatmadığımı söylüyor, şimdiden “ayak titreten bir doğa” içine girdiğini gülerek anlatıyordu. “Bu Zap böyle ise gerillası nasıldır acaba” biçiminde ironi yapıyordu. Gerçekten de insanın ayakları titriyordu. 60-70 metre bir uçurum yamacından kayaların yontulması ile bir patika yapılmıştı. Hemen dipte akan Zap suyunun sesi ve yükseklik insanı ürkütüyordu. Tam üç saat boyunca aynı vaziyetteki patikadan ilerlemiş yüreğimiz ağzımıza gelmişti.

Saat 12 civarında küçük bir gerilla kampına ulaştık. Bizi oldukça iyi ağırladılar. Gerillanın sıcaklığını, sevecenliğini hemen hissettirdiler. Sabah kahvaltı yaparken konuşmaları diğer gerillalardan farklı olan bir gerilla dikkatimi çekti. Kahvaltı halindeyken bizi tartışmaya çekmek istediği belliydi. Bize kuryelik yapan gerilla kulağıma fısıldayarak “PKK’nin Erasmus’u” deyince ne demek istediğini tam anlayamamıştım. Felsefe tarihi hakkında fazla bir bilgim yoktu. Kent insanın felsefe yaptığı, felsefenin orada çıktığı söylenir, ama beynim rıhtım halatıyla bağlanmış ve dönmemecesine donuk kalmıştı. Bu gerillanın ismi Akif idi. konuşurken aslında bildik felsefe yapmıyordu. Ama ona neden Erasmus denildiğini merak etmiştim. Yanımızda duran gerillalar, onunla nasıl tartışma içerisine girecekleri konusunda tecrübeliydiler. “Mutlak hakikati yargıladığın an o hakikatçiler için bir delisin” diyordu.

Gerilla Akif’in konuşmalarını dinlerken oturduğumuz kamelyada ki kütüphane dikkatimi çekti. Çay bardağımı alıp kütüphanenin kenarına gittim. Gidip kitaplara baktığım da gerillada ki okuma sevdasının güçlü olduğunu anladım. İlk gözüme çarpan şey çoğunun fesefe ve sanat kitabı olduklarıydı. “Tarih günümüzde gizli biz tarihin başlangıcında” Abdullah Öcalan’a ait kitabın yanında Niechzthe, Sheskper, Erasmus, Eflatun, Cibranlı Halil, Hallacı Mansur, Locus vb. kitaplardı. Lazım olan bilgiye ulaşmış ve hazır bilgiye alışmış düşünce yapımla beynim zonkladı, gerisi geriye masanın başına döndüm. Gerilla ve bu kitapların ilişkisini kurmakta biraz zorlandım. Tek bir savaş kitabı yoktu. Karşılaştığımız şeyler karşısında hazırlıksız yakalandığım için, konuşmaya alışık olduğum gazeteci arkadaşıma dönüp baktım, kitapları okuyup okumadığını sorduğum da sadece Sehksper’ı okuduğunu söyledi. Dün geceki derin Zap vadisinde ki yürüyüş sonrasında sabahın erken saatlerinde bunlarla karşılaşmıştık. Zap’ta ki ilk günümüz de, bir ilk çağ manastırını anımsatan bu küçük gerilla kampında, Rönesanssın devlerinden sayılıp hala tam olarak anlaşılamayan Erasmus’u anımsadık. Gazeteci arkadaşım, gerilla Akif ile tartışmaya hevesliydi. Neden sanat ve felsefe, deyince gerilla Akif “hakikate yol almanın tek açık kapısı” demişti. “Sanat sezgi, felsefe ise donmuş aklın donukluğuna bir kamçıdır” şeklinde iki cümle ile cevap verdi. Gerilla Akif’in hiç okula gitmediğini söyledikleri zaman şaşkınlığım daha da artmıştı. Engel tanımayan insan azminin çabası olan, öğrenmenin ve kendini eğitmenin gerçek bir örneği gerilla Akif karşımda duruyordu. Gerilla Akif’in güzel sohbetinden ayrılacağımızı söyledikten sonra, orada bulunan gerillalarla vedalaşıp Zap yolculuğumuza devam ettik.

Katırların nallarıyla aşınmış olan zik zaklı patikada “tepe Cudi” denilen yere çıktık. Zirvesine doğru çıktıkça dokça (uçak savar) ve atılmış obüs toplarının şarapnel parçalarıyla karşılaştık. Meşe ağaçlarının ve kayalıkların arasına serpilen bu metal parçalarının büyük bir bölümünün üzerinde ki pastan dolayı eski olduğu anlaşılıyordu. Bazıları patlamamıştı. Dev bir muz meyvesini andıran bombalar “kazan” bombasıydı. Bazılarının içi boşaltılmıştı. Bir ton TNT’den el yapımı 200 tane bomba yapılıyormuş, kurye gerilla, “Zap ve çevresine binlerce ton kazan atıldığını” belirtip, bu bombalarla “İstanbul ve Ankara’yı havaya uçurabilirsin” dedi. Sadece Zap’a binlerce ton bomba atılmış. Zirveye çıkıp bir mola verdik. Zap, sanki iki tane görünüm veriyordu. Biri zirveye doğru iken diğeri onun derinlikleriydi. Zirve gözlerimin görebildiği kadar bir görüntü imkanı veriyordu. Beyaz yumurtayı andıran zirveleri sormamak olmazdı. Bazı yerler ise peynirden oluşmuş bir balık sırtını andırıyordu. Gazeteci arkadaşım fotoğraf makinesinin iştahını kabartan bu görüntüye kendini kaptırmış ve fotoğraf çekmeye başlamıştı.

Basın bazen farkından olmadan bir algı yaratabiliyor. Zap’ı bir kamp olarak düşünmüştüm. Oysa gerillanın anlattığına göre Zap dev bir coğrafyadan oluşuyordu. Neredeyse Yüksekova’dan Hakkâri’nin diplerine kadar uzanan bir coğrafyayı kapsıyordu. Haritalarda geçen buzul dağlar onlarca dağ isminden oluşuyordu. Geniş bir mekana yayılıp zirvelere doğru çıktıkça devasa Mısır piramitlerini andıran bir görüntü veriyordu. Gerilla bu arazinin bağımsız bir ülke gibi kimsenin zapt edemediği bir sarplığa sahip diyordu. Gara Bakur, Samerand, Samura, Sümbül ve Gera Barane ile Cudi dağına kadar giden geniş bir alana sahipti. Genişliğini yüksekliğinden alan bu dağların her bir vadisine iki şehir sıkıştırılabilirdi. Dağların öbür tarafına düşen Hakkari belkide küçük bir nokta gibi kalıyordu. Buzul dağları derin bir vadi ile doğusunda ki buzul dağı olan Kuzey Garasi ve Hakkari’nin güneyindeki Gera Baran’a arasına düşen bütün coğrafya bir nevi Zap oluyor.

Hırçın ve asilikleriyle tanınan bu dağlara yöre insanlarının verdikleri isimler bir ağıt gibidir. “Kure jaro” dağının ismi, bu dağda kaybolmuş bir gençten geliyordu. Gerillanın anlattığına göre, buralarda doğaya yenik düşmek bazen bir insanın ağzında çıkacak bir kelime gibidir. Siyah ve tırtıllı bir kaya ucunun beyaz dağlar arasında, bir heykel gibi duran şekli dikkatimi çekince, yanımdaki gerillaya ismini sordum. “Cehennem” deyince doğrusu yakışıyordu. Beyazlar içinde siyah bir imge veren bu dağ parçası herhalde cehennemlik bir şeydi. Bu dağa bu ismi veren bir Türk subayıymış. Operasyonda bir birlik ile buralarda kaybolunca telsizle konuşan üstlerine “cehennemde olduğunu” söylemiş. O gün bu gündür bu dağın adı cehennem olmuş.

Savaşın asker ve gerilla arasında sağladığı böyle tuhaf bir ilişki biçimi de var. 2008’de Zap’a yapılan güneş operasyonunda askerler ile gerillalar arasındaki ilk çatışma bu dağda yaşanmış. Türk ordusuna ait bir askeri birlik gerillalar tarafından imha edilmiş. Çukurca’nın üstüne kadar giden bu dağın genel adı “Çiyaye reşti”(kara dağ). Gerçekten çevresindeki buzul dağlar arasında simsiyah görünüyordu. Sınır karakollarından ilerleyen operasyon timleri cehennemin dibinde gerillalar tarafında vurulunca, askerlerin bir kolu kopup gerillanın pususun da işte bu cehennemin havası içerisinde, cehennemlik anılarını yaşamış.

Kışın sonlarına doğru küresel ısınmaya baş kaldırmış gibi bembeyaz gözüken dağların uçlarına vuran fırtına bu kadar mesafede derimize işliyordu. Buraların biçimini herhangi bir coğrafya ile karşılaştırmak zordu. Arazi sadece bir silsileden oluşmuyordu. Devasa bir genişliğin yanın da aynı şekilde bir sarp hali vardı. Kuzey Gara’dan kopup sınırın güney tarafına uzanan Heregol ve Şikefta Birindara zirveleri keskin bir hançer sırtı gibi parlıyordu. Diğerleri Allah dağlarıydı, yani “Tepe Xode” her halde o sarplık ve yüksekliğe en iyi yakışan isim buydu. İşte bu dağların kızı olan Zap suyu bunun için o kadar asiydi.

Coğrafyaya dalıp derinliklerinde kaybolmuşken gazeteci arkadaşımla kurye gerilla arasında bir yer hakkında sıcak bir sohbet başlamıştı. Kurye gerilla 97 Mayıs ayında ki operasyonunda düşürülen helikopterde ölen Türk subayının konuştuğu kayalıkları işaret ediyordu. Kurye gerillanın gösterdiği kayalıklar, o zaman tv’lerde konuşan subay ‘ teröristlerin ensesindeyiz Zap’ın üstündeyiz’ dediği yer oluyordu. Helikopteri, karşımızda duran Şikefta Birindara’da gerillalar tarafında düşürülmüş olan subay Zap’ı sadece Zap suyunun aktığı vadi sanmıştı.

Kurye gerilla ile yaptığımız sohbetimizden sonra kalbimin bir yerlerinde kalan ‘96 Zap cumhuriyetinin’ sembolik yerine doğru ilerledik. O zamanlar yüzlerce gerillanın gezdiği bu patikaların biçimi hiç değişmemişti. Sadece bazı yerlerde yeşil ot kümeleri vardı. Patika aynı patikaydı. Parlamento denilen mağaraya ulaşır ulaşmaz gazeteci arkadaşım fotoğraf çekmeye başlamıştı. Bu mağara sürgünde ki Kürt parlamentosunun ilk toplantısını yaptığı yerdi. Bazı yerlerine hırçın Zap suyu hasar vermişti. O an 96 yılında ağırlandığım mangayı merak ettim. Kurye gerilla ile oraya doğru gidip içine baktım. Eski jeneratör parçaları ile bir hortum vardı. yerde duran bir torbanın üzerine oturup bir sigara yaktım. Kafamdaki Zap bu iken, zirvede gördüğüm Zap’ın herhangi bir yerinde Alişer ve belki de binlerce gerilla vardı.

Zap sohbeti içerisinde ilerlerken bir gerilla kampına daha ulaşmıştık. Günün subayı denilen gerilla bizimle gelen kuryelerden geliş bilgimizi aldıktan sonra bizi içeri aldı. Bütün gerillalar eğitim görüyorlardı. Subay gerilla bize gerillaların Öcalan’ın “kapitalist modernite” adlı kitabının okunduğunu söyledi. Subay bizi bir mangaya götürdü. Sarp kayalıklar arasında kamuflaj bezi ile çevrilmiş manga sanki bir kaya parçasıydı. Gerillaların yaptığı kamuflajlı mangayı, uzaktan fark etmek imkânsızdı. Üst üste istiflenmiş eğitim broşürleri dikkatimi çekti. Oturmadan önce gidip broşürlere baktım. ‘Meşru savunmanın esasları’ logosunun altında PKK’nin kurucularından Duran Kalkan’ın ismi vardı. Hemen altında ‘heron ve pridatör casus uçaklarının özellikleri’ ile ‘Yahudiler ve milliyetçilik’, ‘finans ve aydınlatma çağlarının’ broşürleri dizi şeklinde devam ediyordu.

Biz oturur oturmaz subay gerilla elinde çayla içeri girdi. Bu dağ çayı yerini bulmuştu. İçer içmez yorgunluğunuzu üzerinizden gitmiş ve rahatlamıştık. Yarım saat geçer geçmez kapı dışında gelen seslerle içeriye 4-5 gerilla girdi. Yaşları ilerlemiş olan gerillaların yüzlerinde savaşın mizacı vardı. Kısa soru ve cevaplar sonunda birbirimizle tanıştık. Gerillada alışık bir hal olan gazetecilik ve siyasi süreç ilişkisini bir gazeteciden istemek çok normaldi. Adeta ‘sizin dünyanızda ne var’ dercesine, olan biteni bizden öğrenmek istiyorlardı. Bir siyasi sohbete dönüşen tartışmalardan uzak değillerdi, ancak çok net yargıları vardı. Savaşın geçmiş tarihinden, günümüze doğru sistemli bir siyasi bakışları vardı. Bir çok konu hakkında farklı görüşleri olabiliyordu. Her şeyi merak edip, sorularla öğrenmeye de çalışıyorlardı.

Son süreçte yaşanan Kürt siyasetçilerinin tutuklanmalarını konuştuk. “Asıl katalizör, Kürt sorunu ve muhataplarıdır. Türkiye gündemini hareketlendirebilecek tek siyasi güç Kürtlerdir. Ama maalesef siyasi polemiklere çekilip işin özünden uzaklaştırılmaları isteniliyor. Oysa Kürt siyasetçileri Türkiye’nin batısından, doğusuna kadar hitap edebilecek siyasi bir vizyona sahiptir” dediler. Dönem siyasetinin dili, yaşanan olayların faturasının birbirinin üzerine atan bir şekil aldığını söylediler. Siyasetçilerde akan kanı çok derinden hissetmeleri gerekiyor, diyorlardı.

Yılarca gerilla da kalmış olan gerilla Tekoşer, Garzan ve Dozdar, Osman Pamukoğlu’nun çokça dillendirdiği Hakkari dağlarında gerillacılık yapmışlardı. Gazeteci arkadaşım, Osman Pamukoğlu’ndan bahsedince üçü de gülmüş, biz ise pek anlam vermemiştik. Sonra Zap’ta Süleyman adında bir gerillanın olduğunu, kendisinin bu savaşı Osman Pamukoğlu’ndan daha iyi anlatabileceğini söylediler. Olay geçmiş süreç olunca, sohbet gerillanın anılarına dönüştü.

Tekoşer ‘gülleri dikin’ diyordu. Bu cümle bir telsiz şifresidir. Ama, yüzlerce askerin ölebileceği bir anda kullanılan bir telsiz konuşmasıdır. Derin Basya vadisine bırakılan bir asker taburunun kısa bir öyküsü. Yanlış anlaşılma olmasa bu taburun yarısını Basya suyu, diğer yarısını da gerilla vuracak. Hırçın Basya suyu,baharın başlamasıyla daha da hırçın bir hal alıyor. Gerillanın tam ortasına giren bir taburun bir tarafı uçurum diğer tarafı Adılbeg suyuna karışan Dalanper yada Çarçela karları ile hırçınlaşan su vardır. Tarihte İskender’in ordusunun kırıldığı meşhur Zağroslardı. Yaralı ve ölü askerlerle ağırlaşan asker taburu, komutanlarından “gülleri dikin” emrini alıyor. “Biz, nedir bu şifre, diye düşünürken suyun dalgalarına karışan asker cenazeleri ve yaralı askerleri gördük.” Askerlerin bir kolu kendi arkadaşları tarafından suya atılırken, gerilla Tekoşer de olayın şahidi olmuş. Gerilla Tekoşer “Biz bu şifreyi yanlış anlamamış olsaydık tv’lerde konuşan subay belki de, bugün yaşamayacaktı” dedi. Yani asker taburunun imhadan kurtulduğunu anlatıyordu.

Eski savaş anılarından, Hakkari dağlarında yaşadığı bir olayı anlatan başka bir gerillada Dozdar idi. 1994 deki kuzey Gara denilen buzul dağlarına indirme yapan Hakkari’de ki askerlerin bir doğa öyküsü. “Gerillayı Hakkâri dağlarında temizleyeceğim” diyen Türk ordusunun, buzul dağlarına çarpılmasını anlatan gerilla Dozdar, kardan donup ölen yüzlerce askerden bahsetti. “Öyle bir andı ki ne helikopter inebiliyor nede yerdekiler hareket edebiliyorlardı. Biz buna Enver paşanın Allahuekber dağlarında ki çıkartması diyoruz.” Evet her tarafta efsane komutanlar olarak ortalıkta gezen Türk genarellerinin gerçek kahramanlıklarını gerillalardan öğrenmek oldukça heyecanlı olmuştu. Saatlerce süren sohbetimize doyum olmuyordu. Ama bizimde ayrılma vaktimiz gelmiş ve harekete geçtik.

On dört yıl aradan sonra gezdiğim Zap’ta birçok şey değişmiş olasıma rağmen, gerillanın eskisine göre daha rahat oluşu dikkat çekiciydi. On dört yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de gerillada arkadaşlıklar edinmenin mutluluğu ile Zap’tan ayrıldım. Geride bıraktığım gerilla dostlarım ve harika Zap arazisi benim için unutulmayacak anılara sahip. Daha tanışamadığım yüzlerce gerilla ve hikayelerini belki bir çoğumuz duymayacak. Ama bir gerçek şudur ki; gerilla her geçen zaman da daha da güçlü tecrübelere sahip geleceğe dair daha kararlı bakmakta. Her bir taşında yılların anılarını taşıyan Zap yıkılmaz bir kale gibi gerillası ile birlikte ayakta kalarak dünyaya meydan okumaya devam etmekte.- ZEKİ SARI / DEMHAT TOLHİLDAN –ANF

Hiç yorum yok: