19 Mart 2010 Cuma

İslam Masumdur Yozlaşmış Olan Kişilerdir


İslamiyet Arabistan'da doğdu, Asya'nın güneybatısında, Kızıldeniz'le İran Körfezi arasında tahminlere göre yaklaşık 3 milyon kilometrekarelik dev bir yarımadada, ahlaki yönü ağır basan yeni bir medeniyet kurdu.

Müslümanlar, İslam'ın doğuşundan önce bu bölgenin karanlığa gömülü olduğunu söylerler ve 'Cahiliye ve bilgisizlik dönemi' diye adlandırırlar. Birçok tarihçi de bunun tersini iddia eder. Bu coğrafyada İslam öncesinde değişik uygarlıkların olduğunu belirtirler. Konumuz İslam olduğu için uygarlıklar tarihine girme gereği duymuyoruz.

Mekke'deki iki büyük aşiretten Haşimiler daha soylu olanıydı. Emeviler ise kentin askeri yönetimini elinde bulunduruyordu. Hz. Muhammed, Haşimi ailesindeydi. O dönemde ticaret Kızıldeniz'den ve -ki bu güzergah kimi zaman tehlikeli olduğundan- karada kervan yoluyla olduğundan, Arap Yarımadası ticaretin merkez rolünü elinde bulunduruyordu.

Arabistan, bir ölçüde Arami ve Helenistik kültürle bezenmişti. Bölgeye Hıristiyan ve Yahudi kolonileri yerleşmişti. Bunların etkileri gün gittikçe artıyordu. Arapların, Yahudi ve Hıristiyanlardan çok şey öğrendikleri anlaşılıyor. Arapların da büyük uygarlıkların dışında olmadıkları bir gerçekliktir. Mekke coğrafik konumu nedeniyle ticaret açısından uygun bir konumdaydı. Güneyde Yemen, kuzeyde Akdeniz, doğuda İran Körfezi, batıda Kızıldeniz olmak üzere birçok yolların buluştuğu bir noktadaydı. Kureyşliler Bizanslılarla, Habeşlilerle, Perslerle ticaret sözleşmeleri yapmışlardı. Mekke'nin yönetimi ticaret aristokrasisinin elindeydi; dış mahallelerde yabancılar, Bedeviler; deyim yerindeyse bir proletarya kesimi mevcuttu.

Böyle bir sosyolojik ortamda kabile geleneğinin ötesinde yeni değerler palazlanıyordu. Artık başarı, haz, tatmin sağlayan kazanç, hırs ve doymazlık egemendi. Zenginler kabilelerin değil kendilerinin eseri olan başarının gururunun içindeydiler; yoksullar ve sıradan insanlar ise acı çekiyorlardı. Bu arada, bireyi amaç edinen dinler yayılıyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlık yandaş toplayabiliyordu. Arap pazarı tamamıyla denetlenemiyordu. Pazar neredeyse tümüyle yabancıların eline geçmişti.

Bu durumu olduğu gibi kabullenmek Arap gururu için bir bakıma alçaltıcıydı; kimi insanlar yeni yollar arıyordu. Tüm Arabistan'ı birleştirecek, ticareti koruyup güvence altına alacak ve dışarıya doğru çevirecek bir devlete gereksinim vardı. Hz. Muhammed, işte böylesi bir ortamda ortaya çıkmıştır.

İslam, Allah'ın kanununun değişmez adıdır. Son dindir. Akıl ve mantığın kaynağıdır. Hz. Muhammed birçok hadisinde, bilime önem verdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bir hadisinde şöyle diyor: 'Bir saatlik bir bilimsel düşünce, bir günlük ibadetten daha değerlidir.' Başka bir hadiste ise 'Talebenin mürekkebi, şehidin kanından daha anlamlıdır' denmektedir.

İslam'ın özü insan eksenlidir

İslamiyet'te 'en üstün varlık insandır' diye belirtilmiş olup; iyi ya da kötü olması onun hayat felsefesini belirleyecektir. Herkes eşit haklara sahiptir. 'Üstünlük yalnız Allah'ındır' diyen İslam'ın özünü insan eksenli olması oluşturur. İslam renk, din, dil ayrımını reddetmiştir. Herkese eşit muameleyi şart koymuştur.

İslam'ın temel felsefesi 'Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak' kaidesinde ifadesini bulmuştur. Bu ayeti yoruma tabi tutmak çok önemlidir. Uygarlığın çıkışından, günümüzdeki moderniteye kadar en önemli çatışmalardan biri, ideolojik kültür (maneviyat) ile maddi kültür arasındaki çatışmadır. Maddiyat ile maneviyatın dengesinin sağlanma çabasıdır. Hz. Muhammed ile Hz. Ali dönemine kadar İslamiyet'in bu dengeyi sağlama çabasında olduğu ve bunun gerçek özüyle yaşadığı dönem, 'Asrı-saadet' diye adlandırılır. Bu dönem Muaviye dönemine kadarki dönemdir.

Gerçek Müslümanlık'taki yaşam, kişinin yaşamını disipline etmiş ve tamamıyla masumiyet duyguları içinde dürüst bir hayat sürmesidir. Bu ideolojik kültürün insandaki yaşam boyutundaki ifadesidir. Esas yozlaşma da bu bağlantı koptuktan sonra ortaya çıkıyor. Maddi ve maneviyattaki dengenin bozulması ve bağın kopmasından kaynaklanır. Maneviyat insanı kendine, çevresine, toplumuna, tarihine karşı yabancılaşmaması için sürekli uyarıcıdır.

Yozlaşma Muaviye'yle başladı

Maddiyat ise yozlaşmaya davettir. Müslümanlık'taki yozlaşma Muaviye ile başlamıştır. Muaviye'nin temsil ettiği şey, maddi kültürdür. Kuran sadece mal kazanmak amaçlı kullanılmıştır. Bunun ilk eylemi olarak, Muaviye'nin, Kuran sayfalarını mızrakların uçlarına takması gösterilebilir.

Bugünkü Müslüman iktidarların izlediği yol Muaviye'nindir. Muaviye'de ve günümüzün Muaviyelerinde masumiyetten söz edilemez. Ekonomiden politikaya, sanattan teknolojiye farklı etnik ve kültürlere yaklaşım, insana özgü anlam kazanabilme ve ahlaki niteliğinin olmasından söz edilemez. Bugün Müslüman geçinen AKP, modernitenin boyasıyla boyanmış, çağımızdaki Muaviye'nin felsefesini esas almış ve İslamiyet'in özünü teşkil eden maneviyatla ilgisi yoktur. Her türden dinsel ve ruhani anlamının dışındadır.

AKP'nin esas aldığı en belirgin politikası toplumu açlıkla terbiye etme, toplumu sadaka, zekat ve dilenciliğe alıştırma çabasıdır. Oysa Ebu Zerr der ki 'Yoksulluk bir kapıdan girdi mi, din öbür kapıdan çıkar.' Yine Hz. Ali'nin oğlu Muhammed Hanefi diyor ki 'Yoksulluk din eksilten, aklı sarsan, nefret ve kini körükleyen bir faktördür. Öyleyse yoksulluk ve mutsuzlukla kemale eren bir din bizim dinimiz değildir.' Bu dinin adına siyaset yapan da hakiki Müslüman değildir. Onların söylemlerine değil özüne bakmak ve anlamamız gereklidir.

Hakiki Müslüman, İslam'ın masumiyet özünü kendi şahsında yaşayan ve yaşatandır. Ancak günümüzde olmayan da budur. İslam'ın özü bu değildir. Sadece onun ismi kullanılmaktadır. Bu açıdan Müslümanlar, özellikle iktidardaki Müslümanlar, İslam'ın iyi niteliklerinden yoksun, özünden uzak, manevi anlamda değer yargılarının esas özelliklerini ve niteliklerini yitirmişlerdir. Yozlaşma, bu açıdan en isabetli deyimdir.

İslamiyet'in tarihteki yükselişini feodal uygarlık çağının radikal devrimci eğilimine bağlamak gerekir. Bugünkü kapitalist modernitenin mahşerine en uyumlu ve en uzlaşı içinde olanlar yine Müslümanlardır. İslam'ın devrimci özelliğinden yoksun olmaları, onları bugünkü kapitalist modernite çirkefliğine uygun yaşamları hiç rahatsız etmiyor. Aşağıdaki anekdot, Muaviye'nin İslam anlayışının günümüz Müslümanlarını toplumsal yaşamda ne duruma düşürdüğü konusunda öğretici olacaktır.

Biz zamanlar bir padişahın hastalığının ilacı bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun babası, çocuğunu kadının fetvasıyla bir para karşılığında padişaha vermiş. Duruma meşruiyet kazandırmak için konu meclise götürülmüş. Orada çocuk, ağlamak yerine gülmüş. Çocuğun bu tavrına hayret eden heyetten biri 'Niçin ağlayacağına, gülüyorsun' diye sormuş. Çocuk şöyle cevap vermiş: 'İnsan zora girdiğinde önce babasına sığınır, sonra yargıya, en sonunda da padişaha yani devletine güvenir. Oysa babam beni para karşılığında kesilmem için satıyor. Kadı da ölümüme karar verebiliyor. Devleti temsil eden padişah da benim kanımı istiyor. Tüm bu kararlara, ancak gülünebilinir.'

Aynı şekilde, yozlaşmış Müslümanların yaptıklarına, 'ağlamak mı, yoksa gülmek mi gerekir' artık bilemiyoruz...

NEVZAT ÇAPKIN *
* Siirt E Tipi Cezaevi

* * * * *


Çakralar ve 'İkra' örneği

Doğu öğretilerinde, vücutta yedi enerji noktasının olduğu ifade edilir.

Celcelutiye'de de yedi temel Esma vardır ve bu esmaların her biri belli çakralara bakmaktadır. Doğu öğretileriyle benzer yönleri bulunmakla birlikte bu İslami bakış açısıdır.

  • Ferd esması, tepe çakrasına bakar.

  • Cebbar esması, üçüncü göze bakar.

  • Şekûr esması, boğaz çakrasına bakar.

  • Sabit esması, kalbe bakar.

  • Zahir esması, mideye bakar.

  • Habîr esması, cinsel çakraya bakar.

  • Zekî esması da kök çakrasına bakar.

    (Buradaki esmaların tecelliyatının derin manadaki boyutları ayrı bir kitap hacminde işlenecek genişlikte olduğundan kısa kesildi...)


    Tepe Çakrası


    'Allah onların kalpleri, kulakları üzerine mühür basmıştır.


    Onlar 'kafa gözleri' üstünde de bir perde vardır. Onlar için korkunç bir azap vardır.' (Bakara:7)


    Üçüncü Göz


    'Yemin olsun sen bundan gaflet içindeydin. Ama perdeni üstünden kaldırıverdik. Bugün gözün keskin mi keskin.' (Kaf:22)


    Üçüncü göz çakrasında açılım olduğu ya da diğer tabirle perde kalkınca kişi enerjileri, elektromanyetik alanları ve maddenin gerçeğini görmeye başlar ve görüş alanı çok genişler.


    Kalp Çakrası


    'Bu Kur'an,insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir toplum içinde bir kılavuz ve rahmettir o'' (Casiye:20)


    Aura


    'Görmedin mi, Allah gökten bir su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyvalar çıkardık. Dağlardan da yollar, beyaz, kırmızı değişik renklerde. Ve simsiyar yollada var.


    Aynı şekilde insanlardan, hayvanlardan, davarlardan da çeşitli renklerde olanlar var. Kulları içinde Allah'tan ancak bilginler ürperir. Allah Azizdir, Gafurdur' (Fatir:27-28)


    İnsan çevresindeki elektromanyetik alan olan aurayı da ancak bu bilgiye sahip, bilgin olanlar görür. Bu da bilginlerin yaradılış mucizesini görüp ürpermelerini sağlar...


    'Allah'ın boyasını esas alın. Allah'tan daha güzel kim boya vurabilir.! Biz yalnız O'na kulluk ederiz.' (Bakara:138)


    Burada, boyadan kastedilen 'aura' olabilir mi? (!)


    Saf mana sahası


    Maddenin inceldiği ve hatta yok olduğu saha. Yani bilincin bütün bilmelerinin devre dışı kaldığı boyut...


    Allah Resulü: 'Rabbimle öyle anlarım olur ki, araya ne bir din, ne bir şeriat, ne bir peygamber, ne de bir melek girer'' demiştir. (saha)


    Celcelutiye'de Hz.Ali: 'Elim-lam-mim-ra'nın 'ra'sı ile ruhlar alemine yükseldim' diyor... (...) (!)


    Ey Geylani! (ilahi ihsan) ...


    Başka bir enerjik boyut; Kim bilir belki Said Nursi'nin de bir keresinde ''Benim bir 'DUA' vaktim var, o anda melaike de gelse kabul etmem'' demesi bu sırdandı.


    (...)


    İkra Örneği


    'İkra'' (Oku) emrinin biz sadece kitap okumak olduğunu biliriz. Veya düşüncemizle bunu geliştirir. 'Hayır, kainatı okumak' deriz, 'Kur'an okumak' deriz.. vs. Yani Bilincin zorlaması ile 'ikra' hakkkında konuşuruz.


    Evet asıl mesele, ''İkra''nın, o şeyin içinde erimek, kaybolmak onunla olmak... İşte bunun adı 'AKIŞ'tır.


    Sadık Efendi öyle dermiş: 'Kırk yıldır Allah'la sohbetteyim, halk beni vaaz ediyor sanıyor...'


    Hakiki 'OKU'mada tanım ve kelime soyutlaşır, saf enerji ve farkındalık başlar. Burada -tam manasıyla- bütünsellik vardır.


    Kur'an olmak, kainat olmak, ikra olmak...


    'İkra' kelimesinin bilinçaltı safiyetindeki yazılımı, bütünsellik ve tevhid bakışıdır. O nazarla varlığı yaşamak ve olmaktır. (KA)


    Yine biz 'Biz Kuran'ı indirdik' ayetini dinleyince aklımıza gökten inen bir kitap gelir. Ama bu ayeti bilinçaltı düzeyde açarsak, o zaman inen herşeyin ayet ve kainatın dahi büyün bir Kuran olduğunu görebiliriz.Ve görmenin ötesinde sonsuz yaşama sanatını elde ederiz vs.


    Lakin bunun dahilinde 'ikra', bütünselliğiyle 'OKU' fiiline tam anlamıyla intikal etmez. Bu yüzden bilinç düzeyinde açıp, derin manadaki boyutuyla dahil edilme zorunluğu vardır.


    DUA:
    Alemlerin Rabbi, Hakikatı, hakikat nazarında 'OKU'mamızı ve yaşamamızı nasip etsin.(Amin)

    * * *


    Asıl olan şu: 'Ayeti, bilinçaltı tarlasına en saf hali ile ekmek' ki bu ayetler maddesel yapılardan daha güçlüdür. Zaten asılları ruhanidir.


    İşte 'ikra' ayetini saf olarak bilinçaltı rahmine almaktır ehemmiyet sarf eden.. Misal) Ayetten ruh boyutunu,yani 'Hayy' sırrını doğurmak!


    Hz. Mevlana: 'Hepimiz bir Meryem'iz, içimizdeki İsa'yı doğurmalıyız'' derken acaba neyi demek istemişti.


    * * *


    İ'lem eyyühe'l Aziz! ZİKReden adamın, feyzi ilahiyi celb eden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tabi değildir... Husula gelir. Bİnaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hali değildir.(!) (Mesnev-i Nuriye)


    Sefa MEHMETOĞLU

  • Hiç yorum yok: