29 Mart 2010 Pazartesi

Bir özgürlük savaşçısı: Adıyamanlı Manuşyan

Naziler, işgal ettiği yerlerde ciddi direnişlerle karşılaştılar. Belçika ve Danimarka'da halk milis güçleri oluşturdu. Danimarkalı çocuklar, direniş sırasında büyüklerine gözcülük yaptılar, milisler arasındaki iletişimi sağladılar. Yugoslavya'da, İtalya'da, Arnavutluk'ta, Bulgaristan'da komünistler, sosyalistler, anarşistler kahramanca vatanlarını savundular. Stalingrad, Leningrad ve Kiev gibi kentlerde halk direnişin destanını yazdı. Faşizmin çizmeleri Fransa'nın kalbine doğru ilerlediğinde, Fransız ordusu ciddi bir direniş göstermeden, Nazilere teslim olmayı yeğledi. Alman ordusu, 14 Haziran 1940'da Şanzelize Bulvarında geçit töreni bile düzenledi. Üstüne üstlük, Nazi yanlısı Vichy Hükümeti kuruldu. Fransız halkı, Fransız ordusu gibi davranmadı. Komünistlerin önderliğinde örgütlenerek, faşistleri ülkelerinden kovdular. Fransa'daki direnişin önemli simalarından biri de Adıyamanlı Manuşyan'dı.

ADIYAMANLI MANUŞYAN

Manuşyan, kaderin bir cilvesi olarak 1 Eylül(Savaş sonrasında bütün dünyada 'Dünya Barış Günü' olarak kutlanacak tarih) 1906'da Adıyaman'ın bir köyünde doğmuş. Babası, yer yer yaşanan çatışmalarda hayatını kaybetmiş, annesi ise 'Büyük Kıtlık' zamanı yaşamını yitirmiş. Dört kardeşin en küçüğü olan Manuşyan'ı bir Kürt ailesi, ağabeyi ile birlikte yanına almış, Ermeni katliamından kurtulmasını sağlamış. Adıyaman'da yaşayan Ermeniler de techir de paylarına düşeni almışlardı. Adıyaman Kaymakamı, Malatya'ya çağrılmış ve 1915 Ermeni Tehcirinde aktif rol oynamıştır. Tehcir sonrasında, Ermenilerin mallarına konmuş, zenginleşmiş bir çok aile hala Adıyaman'da yaşamaktadır. Bir kısmı ise, Ermeni mallarının yanında, güzel ve genç kadınları zorla kendilerine eş yapmışlardı. Manuşyan'ın yanında kaldığı Kürt ailesi, kendisini diğer aile bireylerinden farklı görmemiş, hatta Fransa'da evlendiği eşi Melinee'ye söylediğine göre, Kürt ailesi kendisine damatları olacak gözüyle bakıyorlarmış. Ermeni katliamının boyutları ortaya çıkınca, Ermeni Kilisesi ve çeşitli yardım kuruluşları bölgeye gelerek, öksüz Ermeni çocuklarını aramışlar. Kürt aile de, Manuşyan'ı gelen heyete, istemeyerek de olsa teslim etmiş. 16 yaşında gelmiş olan Manuşyan, ağabeyi ve diğer yetim Ermeni çocukları ile birlikte Suriye'ye getirilmiş, orda iki yıl bir Ermeni yetimhanesinde kaldıktan sonra, 1925 yılında Fransa'ya gelmiş. Kurşuna dizildiği 1944 yılına kadar da orda yaşamıştır.

PARİSLİ MANUŞYAN

Önce Marsilya'ya yerleşen iki kardeş, bir süre sonra Paris'e gitmeye karar verirler. Bu süreçte hayatta kalabilmek için çeşitli işler yapar Manuşyan. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının etkisi Avrupa'da derinden hissedilince, Manuşyan'da işsiz kalır. Kimi zaman, heykeltıraşlara modellik yapar. Zamanı boldur, Sainte-Genevieve kütüphanesi'nin müdavimi olur. Her gün saatlerce kitap okur. Savaş öncesi, genç şair arkadaşlarıyla edebiyat dergileri çıkarmaya başlar. Dinleyici olarak Sorbonne Üniversitesine kayıt yaptırır. Edebiyat, felsefe, tarih, politika gibi derslere girer. Vichy hükümeti kurulur kurulmaz, Manuşyan diğer muhalifler hapse atılır. Sonrasında ise cepheye gönderilir. Bununla da yetinilmez, zorla silah üretilen bir fabrikada çalıştırılır. Burdan kurtulur kurtulmaz Paris'e gelir. Yoldaşlarıyla ilişkiyi kurar. Bu arada, Fransa'da Nazi yanlısı Vichy hükümetinin icraatları, Nazi Almanya'sında yaşanan vahşeti aratmayacak düzeydedir(meraklısı için: F. Truffaut yönettiği 1980 yapımı Son Metro filmi izlenebilir) ve Komünist parti ve aydın, yazar, sanatçılar önderliğinde bir direniş başlamıştır. 1934 yılında Fransız Komünist Partisine kayıt yaptırmış olan Manuşyan'da direnişte üzerine düşeni yapmakta tereddüt etmez. Zaten öncesinde de siyasal gelişmelere duyarlıdır. İspanya İç Savaşı sırasında oluşturulan Uluslararası Tugaylar ve Halk Cephesi sürecinde, Fransa'daki oluşumda Ermenilerin temsilcisi olarak görev almıştı. Manuşyan, direnişi, Ermeniler içinde örgütler. Almanların, Barbarossa harekatıyla SCCB'yi işgale başladıkları 22 Haziran 1941 tarihinde Manuşyan yeniden tutuklanır. Fransız polisi, Manuşyan'ı Gestapo'ya teslim eder. Üç aylık işkence sürecinde, Gestapo Manuşyan'dan bir bilgi koparamaz. Manuşyan tekrar özgürlüğüne kavuşur. Direnişin Kamutan Georges'i Manuşyan, Gestapo tarafından tekrar yakalandığı 15 Kasım 1943 tarihine kadar, birçok eyleme katılır. Katılmakla kalmaz, direnişin planlamasında yer alır. 21 Şubat 1944 tarihinde, 23 yoldaşıyla beraber, 38 yaşındayken kurşuna dizilir Misak Manuşyan. Kurşuna dizildiği günün sabahında yazdığı son mektupta: 'Gönüllü olarak kurtuluş ordusuna girmiştim. Zafere ve hedefe iki adım kala ölüyorum. Bizden sonra yaşayacaklara ve yarının, özgürlüğünün ve barışın güzelliğini tadacaklara ne mutlu.' Cümlesiyle, özgürlüğe duyduğu özlemi ve inancı dile getirir.

Adıyaman'da başlayan, Suriye'de mola veren, Fransa'da son bulan Manuşyan'ın hikayesi, çağdaşları olan Fucik ve Seelenbinder'e benzer bir izleksellik gösterir. Manuşyan, bir devrimci, bir aydın olmanın yanında, aynı zamanda bir şairdi. Eşi Melinee'nin yazdığı ve Aras yayınları arasında çıkan Bir Özgürlük Tutsağı: Manuşyan kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.

Doğan DURGUN
dogandurgun68@gmail.com

* * *

Resmi ideoloji ve Dersim Raporu

Çocukken, apartmanın önüne çıkıp oyun oynayacak birini arardım. Kapıcı kızı olduğum gerekçesiyle oyunlara alınmaz, yalnız bırakılırdım. Çocuk aklımla insanları kapıcı olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırmıştım. Büyüdükçe ayrımıma zenginler ve fakirler dendiğini öğrendim. Eşitlikçi bir dünya hayal etmeye başladım.

Üniversiteye başlamıştım. Kantine ayak bastığım gün gözlerim kantin duvarlarına asılı kaldı. Özgür Gündem'deki vahşet fotoğrafları duvarlara yapıştırılmıştı. Kantin kapanana kadar fotoğraflara baktım. O gün, eşitlikçi bir dünya için devletin işleyişini anlamam gerektiği kanısına vardım. Gündem'i okudukça da devletin işleyişini kendimce çözmeye çalışıyordum. JİTEM'e takılmıştım. Fırsat buldukça da eşe dosta öğrendiklerimi anlatıyordum. Anlattıkça anlaşılacağımı, gücümüzün çoğalacağını düşünmüştüm. Öyle olmadı. Paranoyak solcu kategorisine d‰hil edildi(k)m. Ergenekon, paranoyak olmadığımızın kanıtı oldu. Daha doğrusu hakkıyla paranoyak olamadığımızın.

Birkaç ay önce, İletişim Yayınları'ndan yayınlanan Dersim Raporu basıldığında, sistemin nasıl işlediğini tam olarak anlayacağımı sanmıştım. Sandım diyorum çünkü netleşmek yerine kafam karıştı. Kafa karışıklığıma sizleri de ortak etmek istiyorum. Önce, kitap hakkında kısa bir bilgi vereyim. Dersim Raporu, 1933 yılının son çeyreği ya da 1934'ün ilk aylarında yayınlandığı tahmin ediliyor. Yazanı belli değil. Yüz adet basılmış. Basıldığı dönemde orduda görev alan üst düzey komutanlara dağıtılmış. 1930'larda ikinci ordu komutanı olan Org. İzzettin Çalışlar'ın kütüphanesinde bulup kendisi ile aynı adı taşıyan torunu sayesinde bizlere ulaştırılmış. Kitap orijinaline sadık kalınarak basılmış. Eski Türkçe kelimelerin yanlarına açıklama yapılmaya çalışılmışsa da akıcı bir okuma yapmak güç. Kitap, İsmail Beşikçi'nin kitaplarına benziyor. Devletin İsmail Beşikçi'yi neden yıllarca cezaevinde çürütmeye çalıştığını anlıyor insan. Dersim'in isminden başlanıyor araştırmaya, dağlarına, ovalarına, nehirlerine, mağaralarına, aşiretlerine, geçim kaynaklarına kadar her şey en ince ayrıntısına kadar, sayılar verilerek anlatılıyor. Rapor yazılırken de daha önce yabancı bir araştırmacının, bulgularından yararlanıyor ve karşılaştırmalar yapılıyor. Dersim'e devlet memuru olarak gelen herkes kendince bir rapor yazmış. Onlardan da yararlanılmış. Raporun sistematiğine bakılınca, yazanın 1930'larda nerden ve nasıl bir eğitim aldığı insanın aklına takılıyor. O dönemde, akademik bir titizlik ve dille böyle bir raporu yazanın yerine geçen birinin bugünkü eğitimli halini düşünmek istemem.

Rapordaki ana tez, Dersim'de yaşayanların Kürt değil Türklüklerini unutmuş Türkler olduğu. Orta Asya'dan göçüp Dersim'e yerleşmişler. İran'daki Harzemlerden etkilenmişler. Şiiliğe yaklaşmışlar. Yavuz Sultan Selim'in seferleri sırasında, Şii düşmanı bu padişahın hışmından kaçmak için Dersim'in bugünkü yerleşim yerlerine yerleşip devletten uzaklaşmışlar. Kitaptaki anlatımda bakılırsa, Dersimlilerin Türk olduğuna karar verilmiş. Böyle bir kararda devletin gelip kendi ırkındaki insanlara yardım elini uzatacağını düşünülür. Ama bir taraftan da Dersim'e her an bir saldırı yapılacak gibi anlatımlar var. Hangi yolların hangi aylarda nasıl geçileceği; eşek mi, yaya mı, araba mı kullanılacağı, hangi suyun içilip içilmeyeceği, hangi aşiretin devlete yakın olup olmadığı, kimlerin silahlı olduğu tek tek anlatılmış.

Raporu yazan bir Kürt görmüş ama Dersim'de değil. Nerde gördüğü de belli değil. Dersim insanını, özellikle de kadınlarını beğenmiş. Kürt kadınları gibi erkek görünüşlü değil, Türk kadınları gibi kadın gibi kadınlarmış. En çok ilgimi çeken kısma geleyim. Kadınlar üzerinden Türklük ispatları devam ediyor. İspatta Ovacık yöresinden derlenen bir türkü kullanılıyor.

Vardım odasına kahve pişirir
Kınalı parmakları fincan devşirir
Gel beri gel beri gündüzlü dostum
Uydun el sözüne selamı kestin
Ben o Kürdü almam
Ayağı çarıklıdır (Sayfa 53)


''Oynaş' ve 'gündüzlü tutmak' demek, haftanın bir gündüzünü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadının hakkıdır... Kadının bu hareketi, kocasınca ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz. Kızılbaş itikadınca, gün ve güneş ziyası (ışığı) karşısında hayır işlerler... Bu mevzu ile Türkün ana yurdundaki ilk itikatlar arasındaki benzerlik şayanı nazardır... Merhum Ziya Gölkalp'in Türk Medeniyetleri Tarihi adlı eserinin 89. sayfasında, 'Eski Türkler bu menkıbeleri izah için senede bir kere tabii şehvetin galeyanı ile vücuda gelen bir aşk gecesine inanırlardı... Çünkü bu gece nur sütunun-ki, buna altın ışık da diyebiliriz- her şeyde mütecelli bulunurdu.' Kızılbaşların 'gündüzlü' telakisiyle eski Türklerin 'nur sütunu' telakkileri arasındaki münasebet, Türkmenlerin ve Türklerin Kızılbaşlığı niçin benimsediklerine de delildir... Üçüncü beyitteki ifade ise iki noktai nazardan değer: Birisi Dersim'e yerleşen temiz Türk oğlunun yanı başında gördüğü Kürt'e duyduğu nefreti ve kanına diğer kan karıştırmayacağını gösterir...' (Sayfa 54).

Yıllarca mum söndürdüğümüzü iddia ettiler. Elektrikler kesildiğinde bile mum yakamaz hale getirdiler. Bizim mumlar h‰lbuki altın ışıkmış. Ve bu altın ışık sayesinde de öz Türkmüşüz. Dersimliler öz Türk'tü de neden Munzur'da su yerine kan akıp Munzur taştı?

Elif DUMANLI

Hiç yorum yok: