9 Şubat 2010 Salı

Üçüncü Alan ve STÖ’ler

Geçtiğimiz yıllarda Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın İmralı adasında geliştirdiği Savunmalar ile açığa çıkardığı ‘üçüncü alan’ olgusu bugüne kadar onlarca tartışmayı da

Giriş

Geçtiğimiz yıllarda Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın İmralı adasında geliştirdiği Savunmalar ile açığa çıkardığı ‘üçüncü alan’ olgusu bugüne kadar onlarca tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Gerek Sol-Sosyalist çevreler gerekse de Kürt halkı içerisinde yürütülen tartışmalarda bizce görülen en temel eksiklik üçüncü alan kavramının 80’lerde ortaya çıkmış olan Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) ile paralel görülmesi olmuştur.



Bu kurgusal düalizm iki olgunun da doğru çözümlenişi açısından çok ciddi hatalara sebep olmuştur. Gerek STÖ gerekse de üçüncü alan adı ile andığımız olguları doğru kavrayabilmek, gelecek kaygısı güden perspektiflerin işleticisi olabilmek adına olmazsa olmaz koşuldur. Bu bağlamda ilk olarak STÖ kavramını açmamız, olguyu kendi gerçekliği içerisinde ve kendi bağlamında değerlendirmemiz, daha sonra ise üçüncü alan olgusunu yalın bir biçimde açığa çıkarmamız gerekmektedir. Son olarak da üçüncü alan faaliyetlerinin toplumsal duyarlılığımızla girdiği ilişkileri ve toplumsal projelerde oynayabilmesi şart olan rolü tartışmaya açacağız.



Sivil Toplum Örgütleri (STÖ)

STÖ nedir sorusuna kendi önel penceremizden bakmadan önce genel kabul görmüş tanımlamalarını irdelemekte yarar görüyoruz. Bu bağlamda 1994 senesine ait Birleşmiş Milletler örgütünün yapmış olduğu STÖ tanımına bakmamız gerekiyor.



Buna göre STÖ’ler “Üyeleri bir ya da birden fazla ülkenin vatandaş ya da vatandaş derneklerinden oluşan, faaliyetleri işbirliği yaptığı bir ya da birden fazla topluluğun ihtiyacı doğrultusunda üyelerinin ortak iradesiyle şekillenen, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar” olarak tanımlanmaktadır.



Birleşmiş Milletlerin bahsi geçen tanımı STÖ’leri tüm ideolojik bağlamından sıyırarak onu salt bir ihtiyaç örgütü yaparken, ”faaliyetleri işbirliği yaptığı bir ya da birden fazla topluluğun ihtiyacı doğrultusunda üyelerinin ortak iradesiyle şekillenen(…)” biçimindeki tanımlama ise ihtiyaçların öznel olarak yorumlanması gerçekliğini de göz önüne aldığımızda, aslında STÖ’lerin bu tanımdan yola çıkarak ideolojik çizgi sahibi olabilecekleri sonucunu da beraberinde getirmiş olur.



Yukarıda da görüldüğü üzere resmi tanımlanmasında ideolojik işlevinin onu oluşturan kişi ve grupların irade ve niyetine bırakıldığı STÖ’ler fiiliyatta bir dizi mistifikasyon sürecine de tabi tutulmuşlar ve pratikte tüm ideolojilerden bağımsız birer cemaat örgütü biçiminde bir algılanma sürecinde anlamlandırılabilmişlerdir. Bu da zamanla STÖ’lerin tanımlanması sürecinde bir dizi değişikliği de beraberinde getirmeye itmiştir. Örneğin konu ile ilgili Simmons’un tanımlaması şu şekildedir: “Sivil Toplum Örgütleri ulusal hükümetleri, çok taraflı kuruluşları, ulusal ve çok uluslu şirketleri dört yönde etkileyen kuruluşlardır. Maddeler halinde sıraladığımızda bunlar; gündem oluşturmak, sonuca yönelik pazarlık yapmak, meşruiyet kazandırmak ve çözümleri hayata geçirmek olarak tanımlanabilir”.



Yukarıdaki Simmons tanımına göre de STÖ’ler mevcut Kapitalist toplum sınırları içerisinde bir güç olan ve bu gücünü etkin olduğu alanda amaçları doğrultusunda kullanma gücüne sahip kuruluşlar olarak görülmektedir. Oysa Simmons tanımında da görüldüğü üzere STÖ’lerin ideolojik-politik işlevine değinilmemektedir bile. Burada STÖ’lere biçilen misyon mevcut sistem sınırları içerisinde ve genel işleyişe asla muhalefet etmeden restore çabalarına girişmek, sistemin kendini tazeleyebilmesi ve vicdanını da bu anlamda pazara sürebilmesi adına çeşitli çalışmaları yürütebilmektir.



Sivil toplum kavramı gelişim sürecine Platon ve Aristo ile başlar. Kavram o dönemin şehir devletçikleri ile birlikte ele alındığından ve belki de ona dayandığından devlet kavramı ile birlikte ele alınmış ve ona bağımlı olarak anlamlandırılmıştır. Fakat zaman içerisinde her olguda olduğu gibi bu olguda da kavramsal düzlemde değişmeler olmuştur. Jean BODİN aileyi sivil toplum olarak devletten ayırırken, mutlak monarşilerin bütün güç ve baskılarına rağmen onların kontrollerinden kaçan ve böylece özerk (otonom) bir sürecin şekillenmesini sağlayan güç olarak ‘Sivil Toplum’, Hegel’de devletten ayrı bir yaşam alanı olarak politik toplumdan ayrı tutulmuştur. Marks ve Gramsci de aynı yolu takip ederek sivil toplum - devlet ayrılığını doğru bir biçimde çözümlemişlerdir. Oysa sivil topluma bugün sahip olduğu anlamı kazandıran süreç, tarihsel zemin üzerine oturmuş bulunan ve burjuvalaşma tarihi olarak da nitelendirilebilecek olan tarihsel sürecin pratik yansımalarından başkası da değildir.



Feodal üretim tarzı ve buna dayalı üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bu dönemde toprağa bağlı serf ya da bağımlılık ilişkisi bakımından aynı düzeyde soylu sınıfından olmayan, kırsal alan yerine şehirlerde yerleşen ve daha ziyade (ilk dönemlerinde) ticaret ile uğraşan burjuva nüvelerini ve zanaatçıları nitelemek için kullanılmaya başlanır. Amacından bağımsız olarak bu dönemde sivil toplum kavramı; otorite, otoriteye doğrudan bağlı geleneksel halk kitleleri ve otoriteyle olan bağını görece zayıflatmış, etkinliğini otoriteden bağımsız olarak inşa edebilen halk kitleleri biçiminde toplumu sınıflandırmıştır. En azından kavramın kullanımı bu şekilde bir sınıflandırmayı zorunlu kılmaktadır. Elbette burada otorite ile bağı görece daha zayıf olan kesim (kendi toplumsal kuruluşu ve kendi yaşam felsefesinin biçimsel ve pratik kurulumu bakımından) o dönem yeni yeni palazlanmaya başlayan burjuvazi olmaktadır. Fakat sivil toplum kavramını o gün için bir zorunluluk olarak tarih sahnesine çıkmaya zorlayan şey yalnızca burjuvazinin tarih sahnesine çıkışı ve alternatif bir ilişkiler bütününü toplumsal alanın geleceği için öngörmesi değildir. Aksine bu kurulumun gelişim seyrini ve onun maddi (üretimsel) süreçlerini ve buna bağımlı düşünsel süreçlerini, hem mevcut otoriteden ve onun tüm uzamlarından, hem de mevcut konumu ile verili otoriteye göbekten bağımlı geleneksel toplumdan bağımsız bir alanda kendi imkânları ile gerçekleştirecek olmasıdır. Bu durum, toplumsal yapıda en belirleyici ilişki biçimi olan üretime bağımlı ilişki biçiminin ve buna dayalı bağımlılık ilişkilerinin otoriteden kopuşu anlamında ilerletici olmakta ve tanım olarak yeni bir kavramı zorunlu kılmaktadır. Böylece sivil toplum kavramı bugünkü burjuva sınıfının ilk adı olarak değil bugünkü kullanımından farklı olarak bir üçüncü alanı nitelemek için tarih sahnesinde yerini almıştır.



Burjuvazinin artık bir güç olduğu ve mevcut otoriteyi hedefleyerek elde ettiği andan itibaren sivil toplum da biçim olarak değişim geçirir. Bugün Avrupa’da ve dünyanın geri kalan alanlarında kullanıldığı biçimi ile sivil toplumun yeni kimliği egemenliğin el değiştirdiği o anda şekillenmiştir. Özgürlüklerin ve bireyselliğin(!) çağında yani burjuva çağında bir baskı ve cendere aracı olarak devlet yoktur. Artık devlet toplumsal üretimi ve ilişkileri düzenleyerek kaotik ortamın, üretimin ve refahın önüne geçmesini önleyen bir araçtan başkası değildir. Ve bu kutsal düzen (!), tarihin de sonu anlamına geldiği sürece bağrında alternatif ilişkiler taşıyan yeni toplumun, bir üçüncü alanın, devlet ve burjuva düzeninden bağımsız olarak şekillenmesinin de bir anlamı kalmamıştır. Dolayısıyla üçüncü alan olarak sivil toplum kavrayışı gitmiş, yerine piyasa ilişkilerinin spotları altında şekillenmeyi bekleyen bir ‘3. Sektör’ anlamında sivil toplum olgusu geçmiştir.



‘3. Sektör’ anlamında sivil toplum, bir olgu olarak tam anlamıyla tarihsel kimliğine ancak, 20. yüzyılın ortalarında Keynes’çi ekonomik modelin ekonomik bunalımlar, devrimler ve 2. Dünya savaşının yıkıntıları altında afallayan burjuvazi tarafından bir kurtarıcı olarak sahiplenilmesi sürecinin akabinde kavuşabilmiştir. Sivil toplum olgusunun kendini bu kadar geç gerçekleştirebilmiş olmasında dönemin muhalif kimliği altında şekillenen ideolojilerin bir ‘üçüncü alan’dan ziyade doğrudan otoritenin kendisine, devlete oynamalarının da etkisi yadsınamayacak kadar büyük olmuştur. Acı olan ise tam da bunu yani otoriteyi karşıtı anlamında sahiplenmeleri olmuştur. Marksizm’in bu dogmatik ve eksikli kavrayışı, toplumsal alanın şekillenmesinde üst yapı araçlarını aynadaki birer yansıma olarak görme hatasına düşmüş, yeni toplumsal kuruluşun alt ve üst yapı kurumları ile birlikte bir yaşam ve anlayış biçimi ile bağımsız örgütlenmesini öngörememiştir. Elbette bunda dönemin maddi şartlarının olgunlaşmamış olmasının da etkisi azımsanmayacak orandadır. İki kutuplu dünyanın ulaştığı çelişki ve çatışma düzeyi, dünyanın bir yarısını demir bir perdenin altında kendi yaşam olgusuna dahi yabancılaştırırken, diğer yarısında yaşanan gelişmeler, aslında ilkinden hiç de farkı olmayan ikinci eğilimi, demokratik ve özgürlükçü alanlar nezdinde geri çekilerek bir nefes alma koşulunu yaratma mecburiyetine sürüklemiştir. Burada geniş halk eylemliliklerinin ve komünist rejimden duyulan korkunun payı oldukça büyük olmuştur.





Sivil mi Resmi mi, Toplum mu Devlet mi?

Zamanla bu demokratik yaşam alanları insanların özgürlük düzeyini yeterince kavradığı burjuvaziye karşı geliştirdikleri savunma mekanizmaları olarak sendikalar, toplumun yaralarını sarma anlamında bağış kuruluşları ve çeşitli hak ihlallerini sona erdirme ya da sınırlama iddiasına hizmet eden uluslararası af örgütleri, hak savunucuları vb. biçimde kendini ifadelendirmiştir. Özünde temel çelişki, sistemden kaynaklanan sorunların bir şekilde sistem içi çözümlenmesi çabasından başkası değildi. Burada temel muhatap devlet ya da devletler olarak belirlenmiş ve toplumsal mücadele, ondan kaynaklanan eşitsiz, gayri vicdani ve haksız durumların açtığı yaraları kendi imkânları dâhilinde çözme amacını gütmüştür. İkinci aşama olarak palazlanan özel şirketler ve büyük tekeller de hedef dâhiline girmiş özellikle ekolojik dengeyi gözeten kurum ve kuruluşların temel mücadele muhatabı haline gelmiştir.



Burada temelden bu kurum ve çalışmaları hedef alan iki farklı kutbun yaklaşımları da dikkat çekici olmuştur. İlk grup bu kuruluşların çözümleme anlayışlarını sistem içi bir cepheden geliştirdikleri iddiasının dolaysız sonucu olarak onları sistem içi bir uzlaşı olmakla suçlamış. İkinci grup ise onların yer yer “haddini aşan” söylem ve çalışmalarını kendi toplumsal kavrayışları açısından oldukça tehlikeli bulmuş ve onları sistem içileştirmeye bu da yetmezse çeşitli baskı mekanizmalarını devreye sokarak etkisiz kılmaya çalışmıştır. Özünde bu tarz yapılanmalar doğaları gereği ne sistem alternatifi kitle örgütleri oldular ne de sistemin genel çerçevesi içinde birer muhalefet alanı.



Piyasa toplumunun tam ortasında hem onun iç çelişkilerinden hem de iki kutuplu dünyanın karşılıklı çelişkilerinden yararlanarak mevcut sistemin kaynaklandığı sorunları çözümleme anlayışı onun temel biçimleyeni olarak bugünkü kavrayışını biçimlendirmiştir. Sektör olarak şekillenme anlayışı ise doğrudan piyasa ilişkilerinin çelişkileri üzerine oynayan kutbun öte yarısını direkt ya da dolaylı olarak dahi kullanmayan örgütlenmelerde belirmeye başlamıştır. Bunlar içerik olarak daha ziyade büyük bağış ve sağlık örgütleri olarak biçimlenen kuruluşlar olmuşlardır. İki kutuplu dünyanın sonu ve enformasyon çağının şekillendiriciliği altında 2000’li yıllara girildiğinde sivil alan tümden bir sektör konumuna itilmiştir. Artık doğrudan alternatifsiz görünen sistemin çelişkilerine yine aynı sistemin olanak ve kaynakları ile yüklenmek zorunluluğu onların muhalif karakterlerini doğrudan etkileyerek olanca etkisizleştirmiştir. Zaten daha muhalif olan yapılanmalar da mevcut durumda dogmatizm batağına saplanarak uçta olmaktan kendilerini alamamışlardır.



Alternatifini üretememe, sadakacı anlayışın beslendiği en temel toplumsal psikoloji alanıdır. Sadaka alan için de veren için de tek alternatif olmak durumundadır. Böylece düzenin güçlüleri kenara itilmiş olana, dışlanmış olana, daha da korkuncu kendi olmayanın tamamına sadakalarını dağıtarak onlarda görmeyi umduğu küçük gülücüklerde vicdani huzuru arar. Artık sivil alan en güçlü dinlerin dahi bireyde sağlayamadığı vicdani boşalmayı sağlayan en temel alan olmuştur. Böylece 21. yy’ın modern bireyi her gün tekrar tekrar ürettiği, tanık olduğu vahşetin yükünü bir nebze olsun omuzlarından silkerek rahatlamıştır. Özünde burada gelişen edilgenliğin toplumsal vicdana yansımasıdır. Modernizmin edilgenliği 2000’li yıllarda ifadesine kavuşabilmiştir. Elbette biz burada görünürdeki niyeti değil yöntemin biçimlendiriciliğinde dipte gelişen anlayışı tartışıyoruz. Aksi durumda bu tarz örgütlenmelerin bayraklarında asılı duran halelerdeki demokratik yaşamın örgütlenmeleri belirlemesini ciddiye almak durumunda kalırdık.



Çağın belirlediği amaç görünürdeki amacın üzerine çıkarak yöntemi belirlemeye başladığı andan itibaren sektör son kurumlaşmasını da sağlamıştır. Ve bu hali ile bize pek de çekici gelmemektedir. Birkaç örnekle açalım: Afrika kıtası, Kuzey ülkelerinin bitmez tükenmez kaynak sömürüleri sonucunda yağmalanmış ve talan edilmiştir. Kıtada bugün nüfusun yarısı günde 1 dolardan az parayla yaşıyor. Afrika'nın 10 ayrı ülkesinde 130 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Bu sayı Sahra güneyindeki Afrika'da her üç kişiden birine tekabül ediyor. Orta Afrika'nın yollarının sadece % 12'si kullanılır durumda. Nüfusun % 20'si kesintisiz elektrik kullanamıyor. Temiz su kaynakları çok kısıtlı. Bölgede görülen hastalıkların % 80'i pis sudan kaynaklanıyor. Günde 40-50 bin çocuk ölümü yaşanıyor. Çocuk ölümlerinin çoğu sıtma gibi önlenebilir hastalıklara bağlı ve 100 milyon dolarlık bir bütçeyle bu hastalıklarla mücadele edilebilir. Yüzyılın en acımasız hastalığı olarak adlandırılan AİDS vakalarının 2/3'üne Afrika'da rastlanıyor. Güney Afrika'da her 3 kişiden 1’i AİDS’ten ölüyor. BM, 2025 yılına dek Afrika'da 80 milyon kişinin AİDS’ten öleceğini açıkladı. Afrika'da şu an 25 milyondan fazla AİDS’li var. AİDS en çok kadınları vuruyor ve kadınlar AİDS’li hastaların % 70'ini oluşturuyor. Sahra güneyindeki Afrika'da bir kadının gebelik ya da doğum sırasında ölme riski, zengin ülkelerdeki annelere göre 10 kat daha fazla.



Kuzey ülkelerinin kendi ateşli silah pazarlarını eritmek için Afrika kıtasına yaptığı satışlar ve alevlendirdikleri çatışmalar sonucunda Afrika ülkelerinin silahlanma oranı son 30 yılda 3 katına çıkmıştır. Sonu gelmez kabile çatışmalarında yüz binlerce insan ölmüş yahut sakat kalmıştır. Tüm bunlar ise gözünü kar hırsı büyümüş küresel devlerin ve devletlerin uyguladığı genel politikaların bir ürünü olagelmiştir.



Oldukça ironiktir ki STÖ’lerin en fazla geliştiği ve kendini ifade ettiği bu ülkelerde sistemden kaynaklanan hiçbir sorun tartışmaya açılmazken, Afrika kıtasına yüzlerce STÖ müdahalede bulunmuştur. Bir yandan Afrika kıtasındaki savaşı, sattığı silahlarla finanse eden kuruluşlar diğer yandan fonları ile destek çıktıkları ‘Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’ ve benzeri kuruluşlar aracılığı ile kıta savaşlarında sakat kalanlara tıbbi destek sunabilmektedirler(!) Açlığa mahkûm edenler açlıkla mücadele örgütlerine aktardıkları fonlarla yiyecek ve giyecek yardımında bulunabilmektedirler. Cehalete mahkûm kılanlar Afrikalı çocuklar için göstermelik birkaç fon oluşturabilmekte ve kendi STÖ’lerini ‘yaraları sarmak’ ve ‘güler yüz’ göstermek adına kıtalar arası müdahalelere teşvik etmektedirler. Bu oldukça ironik ve acınası tablo bile STÖ’lerin aslında kime ve neye hizmet etmek adına kullanıldıklarını gösterebilmektedir.



Bir kıta ve birkaç örnekle açımladığımız tabloyu geliştirmek elbette mümkündür. Buradan yola çıkarak STÖ ya da STK olarak adlandırılan kuruluşların hiç de BM’nin ya da Simmons’un tanımladığı gibi uluslar arası kuruluş ya da hükümetleri etkileyen, sorunları açığa çıkararak gündem oluşturan ve çözümleyen örgütler olmadıkları, aksine bu kuruluşların rotasını ve hareket alanını bizzat sorunların doğrudan kaynağı konumundaki uluslar arası kuruluşlar ve devletlerin çizdiği, bu anlamı ile de görünüşte sivil fiiliyatta ise oldukça resmi politik yapıların temsilciliğini yapan kuruluşlar oldukları görülmektedir.



Burjuva uygarlığı yeni toplumsal biçimlenme ile kendi konumunun meşruluğunu garantilemek adına mevcut olan tüm üst yapı alanlarında yoğun bir manipülasyon ve tahrifat politikası gütmüştür. Buna yukarıdaki örnek üzerinde de görüldüğü gibi STÖ’lerin anlamlarının ve işlevlerinin kendi tarihsel süreçleri ile ters düşmek pahasına tekrar tanımlanmaları da dahildir. Olgular, kavramlar ve bilim yeni uygarlıksal sürecin ihtiyaçları doğrultusunda gözden geçirilerek yeni biçim ve anlamlara kavuşturulmuştur. Bu durum dönemin tüm alternatif mücadele biçimleri açısından büyük bir dezavantajı da beraberinde getirmiştir.



Yazımızın başında BM tanımlanmasının STÖ ve ideoloji-politik ilişkisinin varlığını tam anlamı ile reddetmediğini vurgulamıştık. STÖ’leri işleten onu oluşturan cemaatlerin niyet ve iradeleridir. STÖ’ler kendi hedef kitleleri kadar genel toplumsal sorumluluklarla donanmalı ve gerektiğinde toplumsal ittifak çalışmaları gerçekleştirmeli. (Küresel Manifesto–2005) “STÖ’ler devlet ve onun kurumsal alanlarının dışında bir özgürlükler alanıdır. Özgürlüğün yaratılması gereken tüm alanlar STÖ’lerin varlık nedenidir.(Kean–1988). “Toplumu alışkanlıklarından koparan ama onun yerine yenilikleri getiren, geliştiren alanlar yaratmak.(Tomson Cehrmin–1994). “STÖ’ler Üçüncü Alanı resmi otoriteler tarafından daraltılan ve o otoritelere muhalif toplumsal kesimlere karşı sorumlu, demokratik, bağımsız ve özgürlükçü olmalıdır. (Wood.2003)



Yukarıda ki alıntılar STÖ’lerin tanımlanmasında tam da bizim vurgu yaptığımız yere işaret etmektedir. Yani olguyu burjuva biçiminden sıyırarak tekrar tanımlamak ve onu bizim ‘üçüncü alan’ kavrayışımızın ortasına oturtmak da yine bize düşmektedir.



Üçüncü Alan ve Bağlamındaki Sivil Toplum Örgütleri

İnsanlık tarihi boyunca gelişen hiçbir toplumsal düzen bireyi kapitalizm kadar düşkünleştirmemiş, emeğine bu denli yabancılaştırmamıştır (Karl MARKS). Toplumsal düzen özünde ne bir gönüllülük ne de bir anlaşma ürünüdür. Yaşamın temel koşulu olan üretimin örgütlenmesi için bir zorunluluktan başkası değildir. Dolayısıyla insan üretiminin sonucu, emeğinin ürünüdür. İnsan tekniği ile doğayı biçimlendirirken özde hızla gelişen kendi yeniden biçimlenişinden başkası değildir. En katı köleci sistemden feodal sistemlerin tüm vahşiliğine kadar gelişen, insanın emeğinin sahibi olması gerçeğidir. Ürettiği ürünlerine anlam veren birey onlar üzerinde güç olma konumuna da ulaşmış demektir. Etkin oluş üretimde geliştikçe üretimin şekillendiriciliğinde biçimlenen toplumsal ilişkiler düzeyinde de gelişmesini tamamlar. Böylece insan ürettiği tekniğe karşı yabancılaşmaktan kurtularak toplumsal düzlemdeki bilincini belirler. Fakat kapitalist toplum düzeninin işi parçalayış biçimi özellikle çalışma alanlarındaki örgütlenme tarzı birey ile işi arasına mesafe koymuş, birey işine ve dolayısıyla üretime yabancılaşmıştır. Bu tarz bir edilgenlik biçim olarak hayata bakışımızdan tutalım doğrudan hayatımızın kendisini yaşayış biçimimizi etkiler. Kaçımız evimizde kullandığımız televizyonun nasıl çalıştığını biliriz ya da fırının, buzdolabının… Teknik karşısında biçare duruşumuz hele bir de sistemin karşıtının tarih sahnesinden görkemli silinişi de eklenince bir bütünen kanıksama, kabullenme kişiliğini hem toplumsal kişiliğimiz hem de bireysel şekillenişimiz üzerinde oturtmaya yetmiştir. Bu 20. yy’ın üretim biçimi ve tekniğinin karakteristik özelliği olarak modernitenin temel kişiliğini oluşturur. Burada modernitenin temel varyantlarından farklı bir şey olma iddiasını taşıyan postmodern ya da enformatik çağ kavramı ile 21. yy gerçekliği karşımıza çıkıyor.



Diğer bütün şeyler dışarıda bırakıldığında 21. yy’ın, nam-ı diğer enformasyon çağının temel belirleyeni, bir fark olarak karşımıza çıkıyor: “Bilgisayar teknolojisi”. Bir tarihsel çağı diğerine eviren temel sürecin teknik alt yapıdaki değişimler olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. 21. yy’a anlamını veren ise işte bu teknik alt yapının hiç de ağırbaşlı olmayan yaramaz çocuğu bilgisayarlardır. Bilgisayar ve sonucu olan yeni teknik alt yapı üretimin modernist örgütlenmesini geriletmiş, işi tekrar bütünlüklü bir süreç olarak üretenin ellerine vermiştir. Fakat daha da önemlisi pek de dikkat edilmeyen bu harika aletin kişiliğinin 20. yy. teknolojisinin karakter özelliklerinden bir farkının oluşudur. 20.yy. teknolojisinin kullanım açısından en belirli özelliği kullanıcıyı devre dışı bırakan, kullandığı aleti tanımasını pek de gerekli görmeyen tek taraflı ilişki biçimiydi. Televizyon ile olan ilişkimizi düşünün. Fakat bilgisayar teknolojisi bu tek taraflı edilgin ilişkiyi yıkabilme imkânı ile yeni yy’ın alternatifini oluşturmada bir imkânın aynası oldu. Bilgisayar teknolojisi ile bireyin ilişkisi o kadar karşılıklıdır ki onu her an tanımayı zorunlu kılmaktadır. Onunla ilişki karşılıklı bir etkenliği koşul kılar. Dünyanın gözünde kâbus konumuna sürüklenen hackerlerin (kırıcıların) ilişki biçimi bu anlamı ile yeni yüzyılın birey teknik ilişkisi bakımından ilk örneği olmaktadır. Belki de sırf bu yüzden çok uluslu şirketlerden tutalım devlet yapılanmalarına kadar bu tarz ilişkilenmeyi hedef göstermekten kaçınamamaktadırlar. Diğer şeyler bir yana tekniğin bu tarz bir örgütlenmesi dahi bireyin edilgenliği üzerine yıkıcı darbeler indirmeye başlamıştır. Bu temelde bilgisayar üzerinden gelişen alternatif muhalefet odaklarının gün geçtikçe artan etkileri örnek gösterilebilir. Bu teknolojik gelişmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Aynı tekniğin diğer bir yönü de küreselleşme ve küçülme olgusudur. Toplumun yeni örgütleniş biçimi otorite olarak devleti anlamsızlaştırmış ve onu sadece basit birer koordinasyon aracı konumuna indirgemeye başlamıştır. Elbette bunda 20. yy artığı sivil sektör örgütlenmeleri ile birlikte belki de işte bu yeni süreci önceden sezen yeni muhalif sivil alan örgütlenmeleri de belirleyici olmuştur. Tekniğin yeni biçimi toplumun bir bütünen üçüncü bir alanda hem üretimsel hem de bu temelde gelişen sosyal ve siyasal kuruluşunu mümkün kılmaktadır. 20. yy. anlayışlarının artığı olan sivil sektör kurumlar ya bu sürece adapte olacak ya da geleneksel toplum ile birlikte bir çözülmeyi de doğallığında yaşayacaklardır. 21. yy. ise bu çözülme üzerinden hem geleneksel topluma hem de bürokratik militarist bir araç olan devlete alternatif bir toplumu maddi ve düşünsel örgütlenişi ile ikisinden de ayrı bir üçüncü alanda kuracaktır.



İki yüzyıl önce burjuva toplumu tekniğin verdiği gelişime paralel temel düşünüş ve yaşam kurgusunu geleneksel toplum ve devlete alternatif bir alanda örgütleyerek kuruluşunu gerçekleyebilmişti. Aynı düzeyde teknik ve düşünsel gelişim bugünkü toplumsal yapılar üzerinde de bir imkânı yaratsa da temel biraz farklıdır. Burjuva toplum bu kuruluşu otoriteyi etkisizleştirmek ya da ona alternatif olmak için değil aksine onu ele geçirerek kendi kuruluşunu noktalamak adına gerçekleştirmiştir. Aynı düzeyde Marksist muhalefet de temel politikalarını devlet üzerine inşa ederek otoritenin doğrudan fethi ve hatta bir dönem için kullanımını öngörerek sivil alanı etkisizleştirmiştir. Devlete ya da geleneksel topluma dayalı politikaların hiç de özgürlüğe gebe olmadığı, toplumun demokratik yeniden kurulumuna kesinlikle hizmet etmediği, iki örneğin son iki yüzyıllık tarihinde yeterince görülmüştür. Oysa tekniğin son süreçteki kurulumu her türden otoriter baskı biçimi olarak devleti ve ona üretimin örgütlenmesi işlevinin bir sonucu olarak göbekten bağımlı olan geleneksel toplumu mevcut hali ile gereksiz konuma iterek aşılma noktasına doğru sürüklemektedir. Artık otoritenin ele geçirilmesi değil alternatifinin, 3 kuşak haklarının ve evrensel hukuk normlarının demokratik yeni yaşama uyarlanması sonucu üçüncü bir alanda gerçeklenmesidir. Bu alan ne devlete dayalı olacak ne de ona kökten bir karşı duruşu içerecek aksine onu zamanla basit bir koordinasyon aracı durumuna hizmet eder bir konuma sürükleyerek işlevsizleştirecektir. Bu temel görevi ise tam da bu noktada alternatif örgütlenmeler olması gereken yeni sivil toplum anlayışı üstlenecektir.



“Çağdaş demokraside siyaset kurumu da devlet ve toplumun demokratikleşmesi yönünde dönüşmekte, devletle toplum arasında bir köprü rolünü oynamaktadır. Siyasetin demokratikleşmesi; devletten topluma, toplumdan devlete doğru akış kanallarının gelişmesi ve kurumlaşmasının önem kazanmasıdır. Bu durum dinamik siyaset kavramına ve uygulamasına yol açmaktadır. Daha önceleri siyaset toplumun dışında, rolü ve organları belirlenmiş, kuralları gelenekselleşmiş donuk bir kurum niteliğindeydi. Siyasetin bu gerçekliği, değişimi zorla, darbe yoluyla sağlamayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden değişimler hem zor hem de kanlı gerçekleşmektedir. Demokratik siyaset ise, düzenli seçimlerle ve çoğulcu parti anlayışıyla, istenilen fikir ve program altında, her kültüre ve gruba kendini demokratik devlete yansıtma şansı vererek, değişimlerin barışçıl ve hızlı aralıklarla gerçekleşmesine uygun bir sistem olmaktadır. Değişimin hem şansı hem yöntemi herkese açık bırakılmaktadır. Bu durum demokratik partileşmeler, lobiler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları için siyasi karar organları üzerinde oldukça etkili olma yolunu açmaktadır. Adeta üçüncü bir alan doğmaktadır.

Demokratik siyaset araçları da diyebileceğim bu alan yeni gelişim sağlamaktadır. Daha önceki çağlarda yasaklı kılınmalarından ötürü gizli çalışmak zorunda kalan bu araçlar, çağdaş demokrasilerde vazgeçilmez araçlar konumuna gelmektedir. Siyasal partiler başta olmak üzere ekonomik, kültürel, sanatsal, sosyal, sportif, bilimsel, çevresel ve teknik alanlarda daha çok mesleki özelliği olan bu kurumlaşmalara bir bütün olarak sivil toplum kuruluşları denilmektedir. Klasik devletle toplum arasında, çağdaş demokrasinin gelişim tarihinde en önemli toplumsal gelişme araçları olarak sivil toplum kuruluşları, demokratik yaşamın vazgeçilmez araçlarıdır. Buna Üçüncü alan denilmesi önemlidir. Tarihte üçüncü alan ilk defa bu biçimiyle ortaya çıkmaktadır. Çağa demokratik uygarlık niteliğini vermesi de bu öneminden ve yeniliğinden ötürüdür” (Abdullah ÖCALAN, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete Doğru, Cilt I)



Yukarıdaki ifadeden de anlaşılacağı üzere üçüncü alan olarak tabir edilen toplumsal kesim dinamik siyasetin bizzat uygulayıcısı olarak görülmekte ve toplumsal dönüşümde başat bir rol oynadığına, oynaması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. “(…)Bu durum demokratik partileşmeler, lobiler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları için siyasi karar organları üzerinde oldukça etkili olma yolunu açmaktadır. Adeta üçüncü bir alan doğmaktadır. Demokratik siyaset araçları da diyebileceğim bu alan yeni gelişim sağlamaktadır. (…)” bu şekilde tanımlanmış bir üçüncü alan toplumsal konumlanışının bilincindedir. Kendini geleneksel toplum ve devletten ayırırken ölçütünü değişim olgusu üzerine inşa eder. Kendinden başlayarak bir yeni toplum hedefi üzerinde durur ve toplumsal dönüşümün aktif dinamiklerini bağrında yaratır. Bir eylem alanıdır. Toplumsal aktörler bu alanda şimdiye kadar hiç olmadıkları kadar aktif bir rol oynarlar. Siyaset toplumsal kesimlerin merkezine iner, yapılan her aktivite, bilinçli ve daha büyük bir siyasal eylem olan ‘dönüştür ve değiştir’ eyleminin parçasıdır. Yani aslında Simmons’un tanımında belirlediği görevler geleneksel sivil toplum anlayışından çok bizzat üçüncü alan kavramsallaştırması ile bilince çıkarılmış aktif bir siyasal alanın örgütleri için anlamlı olmaktadır.



Görüldüğü gibi tarihsel bağlamında ne üçüncü alan ne de STÖ emperyalizmin hizmetinde değildir. Yalnızca kavramı kendi iç ve dış bağlantıları ve çatışmaları içerisinde bizzat olması gereken yere koyduğumuzda bu böyledir. Ve bu o kadar ince bir hattır ki birden dönüşümü hedefleyen STÖ kavramsallaştırmasından çok çabuk bir biçimde kendi sistem gerçekliğinin yedeğinde işlevselleşen ve tüm olumsuzluklarını Afrika örneği üzerinde işlediğimiz STÖ kavram bataklığına saplanmamız da olasıdır.



Klasik anlayışlar ya STÖ’leri tümden mahkûm ederek onu emperyalizmin bir üretimi saymakta ya da tersinden bir anlayışla onun burjuva kavramsallaştırmasına tabiiyet gösterebilmektedir. “Bu alanda en tehlikeli hastalık, sivil toplum örgütlenmelerini emperyalizmin işi gibi görüp, kendisini sözde kutsal sosyalist ve devrimci kadro olarak görmekten başka hiç bir çalışmayı beğenmeyen klasik solcu anlayıştır” (Abdullah ÖCALAN, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete Doğru, Cilt II)



Üçüncü alan kavramsallaştırmasının altında yatan itici güç çağın Demokratik Uygarlık çağı olarak nitelendirilmesinde yatmaktadır. “sınıflı uygarlık çağlarının bilimsel-teknik evrime bağlı olarak aşılmasının tam sağlanamadığı yenisinin ise tam belirginleşmediği uzun süreli bir tarihsel dönemin kavramsallaştırılmasını ifade etmektedir. “ (Abdullah ÖCALAN, age, Cilt I) Bu kavramsallaştırma üçüncü alan kavramının tarihsel misyonunu oluşturmaktadır. Üçüncü alan olarak adlandırılan sivil toplum hem tarihsel sürecin bir sonucu hem de tarihin bu biçimindeki itici gücü olmaktadır. Bu anlamı ile yeni toplumsal düzenin hem prototipi hem de bizzat eski toplumun ebesi işlevinde yeni toplumun yaratıcısı olacaktır.



Üçüncü alana ve sivil topluma ilişkin burada kısaca yürüttüğümüz tartışma belirli verileri elde etmemizi sağlamaya yönelikti. Bu veriler ışığında geleneksel STÖ ve STK tanımı (tanımın burjuva kavramsallaştırması) tarihsel süreçle çelişen bir zorlamadır ve hiçbir biçimde bizim üçüncü alan ve STÖ kavramsallaştırmamızla ilişkilendirilemez. Bu biçimi ile kavramsallaştırmada düalizm batağına saplanmak yalnızca teoriyi anlamamaktan ileri gelen biçimlerdir.



Sonuç olarak STÖ ve Üçüncü alan yeni toplumun inşası adına aktif, politik, eylemsel ve sorumlu olarak çalışan ve her eylemin daha büyük bir eylemliliğin parçası olarak işlevlendiği bağımsız ve amaca yönelik dikey ve yatay biçimde örgütlenen kurum ve kuruluşlardır. Amacı geleneksel toplum ve devlet ilişkilenmeleri üzerinden sadaka dağıtmak ve vicdan boşalmasına hizmet etmek değildir. Temel mantık sektörü alanlaştırmak, Konfüçyüs’ün binlerce yıl önce belirlediği gibi balık vermek değil de tutmayı öğretmek ve sivil toplumun, yukarıda oldukça kaba biçimlendirdiğimiz çağın temel özelliklerine göre şekillendirilmesine hizmet etmektir. En azından biz böyle düşünüyoruz



Üçüncü Alan Örgütlenmeleri, Misyon ve Araçları

“…Fakat daha çok gerekli olan, demokratik uygarlığın temel dayanakları olarak çağdaş sivil toplum kurumlarının yaratılmasıdır. Ana hatlarıyla belirlemeye çalışırsak şunlar söylenebilir: Ekonomik alanda başta tüketim alanı olmak üzere, ilgili toplum cemaat veya halk grubunun örgütlenmesi önemli bir dönüşüm gücünü ortaya çıkaracaktır. Gelişmiş toplumlarda bile tüketici örgütlenmesi etkili olmalarına yol açmıştır. Özellikle tüketim kooperatifleri, ulaşım şirketleri, turizm ve seyahat şirketleşmeleri, üretim birlikleri, yardımlaşma, vakıf örgütlenmeleri, ticari ve mali birlikler hukuki temelleriyle birlikte uygun bir ekonomik gerekçeye dayalı olarak kurulurlarsa, en önemli gücü oluşturacakları açıktır. O zaman klasik toplum ve devlet adeta tali plana düşebilir. Dolayısıyla demokratikleşmeyi yürütmenin en önemli araçları haline gelmiş olurlar. Kendi üretim ve tüketim kooperatifleri olan, otobüs, otel, banka, oda, vakıf, yardımlaşma fonu gibi kurumlarını örgütlemiş bir topluluğu ve halk kesimini tüm toplum ve devlet ciddiye almak ve uzlaşmak zorundadır.



Sosyal alanda eğitim ve sağlık başta olmak üzere kendi özgücüyle örgütlenmiş bir topluluk, bulunduğu yerin belirleyici güçlerinden oluşur. Yine kendi öz kültür kurumlarını, tiyatro, sinema, edebiyat, müzik, resim, film, belgesel türü faaliyetleri örgütlemiş bir sivil toplum son derece etkili ve çekicidir. Spor alanında özellikle kitleye, gençliğe ve kadına yönelik salonlar, sahalar, koşu pistleri, dağ ve kır yürüyüş koşulları, sağlık ve zihinsel zindelik açısından da büyük önem taşır. Özellikle gelişmemiş kent koşullarında kitlesel sporun yolunu açmak, giderek artan bir ihtiyaç haline gelmektedir. Seyirlik sporun uyuşturucu etkisine dayalı resmi spor yerine, bu tür sivil toplumun aktif katılımına dayalı spor en çağdaş sivil kuruluşlardan biri olmaya adaydır.



Hukuki alanda sivil toplumun öz örgütlenmesi, artan hukuksuzluk ve hukuksal bilinci, genelde zayıflığı nedeniyle en vazgeçilmez kurumlardan sayılmaktadır. Tüm sivil toplum birliklerinin, halk gruplarının birer hukuki büroya kavuşturulmaları hayatidir. Hukuk büroları, hem hukuk bilincini verip doğru demokratik siyaset yoluna çekmekte hem de hukuksuzluğa karşı mücadelenin temel çekirdek kuruluşları olarak evrensel hukuk düzenini oturtmakta en vazgeçilmez sivil toplum kuruluşları niteliğindedir. Mevcut baroları, insan hakları kuruluşlarını daha kapsamlı ele almak, her köy ve mahalleye büronun bir temsilcisini görevlendirmeye kadar hukukun ve hukukçunun girmediği bir yer bırakmamak, sivil toplumun başarısı için belirleyici bir öneme sahiptir.



Siyasi alanda özellikle partileşmeler doğrudan iktidara gitme araçları olarak, sivil toplum açısından büyük bir önemle ele alınması gereken kuruluşlardır. Geleneksel devlet ve toplum rantına dayalı partileşmeleri aşmak, bunlar yerine toplumun öz gücünü ortaya çıkaran, anayasal doğrultuyu esas alan, son derece bilinçlenmiş ve örgütlenmiş bulunan siyasi partiler, sivil toplumun olmazsa olmaz koşuludur. Eğitilmiş kadro ile en ücra mahalle ve köye kadar her türlü sivil toplum içinde kolları olan, eski toplum ve devletle uzlaşma sanatını iyi yürüten bir siyasi parti düzeni, demokratikleşmenin en temel aracı olarak barış içinde toplumun ve devletin demokratikleşmesini zorlayarak en hayati rolü oynayabilecek konumdadır.” (Abdullah ÖCALAN, age, cilt I)



Yukarıdaki pasaj şu ana kadar tartıştığımız temel perspektifler de değerlendirildiğinde üçüncü alan örgütlenmesinin stratejik alan ve misyonlarına bir vurgu olarak görülmelidir. Tüm bu temel veriler eşliğinde bir üçüncü alan örgütünün örgütlendiği misyon ve alandan bağımsız olmak koşulu ile sahip olması gereken özellikleri şu şekilde kategorize edebiliriz:

• Bir sektör olarak değil alan olarak sivil toplum anlayışını kabul eden

• Toplumun demokratik alternatif kurulumunun temel ifadesi olan

• Halkın temel demokratik değerlerine milimi milimine bağlı

• Otoriteyi gündelik hayatımızda tekrar tekrar üreten erkek egemenlikli bakışı değil, kadın eksenli demokratik ve ekolojik anlayışı sahiplenen

• Alternatif olma özelliğini kaybetmeyen

• Her kesime eşit mesafeli

• Amaca yönelik işlevsel

• İhtiyaç ve imkânlarını toplum ile işbirliği içinde karşılayan

• Üretime dönük

• Kadro düzeyinde demokratik değerleri yaşamsallaştıran

• 3 kuşak hakları ve evrensel hukukun temel ilkelerini benimseyerek geliştirme çabası içinde olan örgütlenmelerdir.



Ali Rızgar

Hiç yorum yok: