22 Şubat 2010 Pazartesi

Sömürgeci Molalar Rejimi; İran -6-

A-        Rejimin Eğitim, Kültür- Sanat Politikaları Eğitimler, yeni nesillerin insanlığın binlerce yıllık geçmişindeki bütün kazanım ve yaratımları ile bilgi birikimlerinin sistematik bir biçimde yeni nesillere aktarılmasının yanında bireylerin egemen sistemin istediği özelliklere sahip kişilikler olarak yetişmesini ve rejimlerin devamının garanti altına alınmasını hedeflemektedir. Asıl hedef egemen devletin kendi ideolojisini benimsetmesi, dilini, kültürünü hakim kılmasıdır. Bilgi aktarımları zaten sistemim kendi hizmeti amacı ile gerekli uzmanlaşmaları sağlamak için zorunludur. Eğer eğitim kurumları bağımsız olsa ve bu kurumlarda uygulanan eğitim programları özgür ve tercihe imkân tanırsa gerçek anlamda bilimselliğe hizmet eden kurumlara dönüşebilirdi. Bazı ülkelerde eğitim kurumlarının bir kısmı bu yolda ilerlese de her ülke yinede kendi eğitim kurumalarını yönlendirmektedir. Fakat özellikle Üniversitelerde özgür tartışma ve düşünce beyanı imkânları dünyada yaygınca benimsenen bir durumdur. Çünkü artık birey belli bir olgunluğa ulaşmış, önemli oranda bilgi birikimine sahip ve mesleki tercihini netleştirmiş durumdadır. Birçok ülke her birisinde onlarca fakülte ve her fakültede binlerce yeni nesil dinamik beynin bir arada bulunduğu bu ortamlarda düşünceye sınırsız tartışma imkânı tanıyarak çıkan sonuçlardan istifade etmektedir. İran sistemi gibi kendi dogmatik zihniyeti dışında hiçbir düşünceyi kabul etmeyen bir rejimin egemen olduğu bir ülkede eğitim sisteminin geliştirici olması düşünülemez. Rejimin uyguladığı eğitim politikaları en büyük tehdidi bizim dilimiz üzerinde gerçekleştirmektedir. Çünkü günümüzde eğitim dili olarak kullanılmayan bir dilin varlığını koruyabilmesi mümkün değildir. Canlı bir organizma gibi sürekli bir değişim içinde olan dil eğitim kurumlarında, yazım alanında, bilimsel konularda, sanat, ekonomi ve edebiyatta kullanılmadı mı adeta kullanılmayan bir organ gibi gittikçe zayıflar, güçsüzleşir ve fonksiyonsuz, çürük bir maddeye dönüşür. Yine eğitim ve yazım alanında kullanılmayan bir dil yerelleşir, farklı lehçelere dönüşerek kendi içerisinde bölünüp parçalanarak Kürt dilinin bugün yaşadığı trajedilerle yüz yüze gelir. Hakeza eğitim ve yazım alanında kullanılmayan dil kendisini geliştiremez, yeni sözcükler üretemez ve başka dilden sözcüklerin istilasına uğrar. İran rejimi sözde halkımızı kabul ederken dilimizde eğitim yapmamızı engelleyerek hiç çaktırmadan bizi asimilasyona tabi tutmaktadır. Eğer halkımız kendi dilinde başta eğitim olmak üzere sanat ve edebiyat çalışmaları yapamaz yine basın yayın çalışmalarını yürütemezse dilimizde bir bütünlük oluşmayacağı gibi çokta uzun olmayan bir süreçte dil anlamında asimile olma tehdidi ile karşı karşıyayızdır. Halk olmanın en temel kriteri olan dilsel bütünlüğümüz yitirilince onunla birlikte kültürel değerlerimizin de önemli bir bölümü yok olacağından Kürtlük içi boş bir kutuya dönüşecektir. İnsanların ana dillerinde eğitim görmeleri uluslararası anlaşmalarla kabul edilen bir hak olmasına rağmen İran rejimi bu hakkımızı zorla gasp etmede ısrar etmektedir. Bu tavrı ile rejim çeşitliliğe, çoğulculuğa, farklılıklara karşı olan zihniyeti ile hepimizi tek tipleştirerek Fars dil ve kültürünün hakim olduğu “molla zihniyetli” kılmanın uğraşındadır. Rejimin bu politikalarına vurulacak en etkili darbe uluslararası anlamda da kabul edilen anadilde eğitim hakkımızı elde etmek için hızla harekete geçmektir. Bu hem çok acil, hem çok önemli hem de çok meşru bir taleptir. Halkımızın anadili ile eğitim ve yayın talebi rejimden istenen bir lütuf değil yıllardır gasp edilmiş en temel değerimizin sahiplenilmesidir. İran’daki mevcut eğitim sisteminin öncelikli hedefi diğer halkları asimilasyona tabi tutmaktır. Bunu yaparken hem kendi resmi dilinin etki alanını genişletmekte hem de kültürün en etkili taşıma aracı olan dil yolu ile kültürel asimilasyonu gerçekleştirmektedir. Rejim zayıf düşürülen diğer halkların dili ile de alay ederek “sizin diliniz zayıftır, eğitim ve diğer yazımsal etkinlikler için kullanılamaz” sahtekârlığına başvurmaktadır. Yani bu konuda da kararı halkımıza bırakma yerine kendisi bizim hakkımızda karar vermekte ve uygulamaktadır. Sahte rejim kendi anadili ile eğitim hakkındaki kararı halkımıza bırakmalı ve kendiside halkımızın vereceği karara saygılı olmalıdır. Rejimin eğitim sistemindeki ikinci hedef kişilik bölümünde de biraz açımlayacağımız gibi itaatkâr, köle ruhlu, iradesi kırılmış ve rejim politikalarına teslim olmuş bireyleri yetiştirerek bunları sistemin hizmetinde çalıştırmaktır. Burada rejimin tek tip insan yaratma felsefesinin gereği olarak özgür düşünce, özgürce araştırıp inceleme yapma, farklı ve alternatif görüş ve düşünceleri tartıştırma imkânları ya çok kısıtlanarak yada tümüyle yasaklanarak yapay kişilikler yaratılmaktadır. Rejimin eğitim kurumlarında bireyin kendisini yaratmasına imkân tanınmadığı için adeta fabrika üretimi gibi tek tip bireyler yaratılmaya çalışılmaktadır: Ebetteki birçok insan bu uygulamaların aşılması için ciddi mücadele içerisindedir fakat rejimin çabası da bu insanları kendi zihniyetine çekmektir. Bunun için iktidar olmanın bütün imkânları kullanılmaktadır. Kendi zihniyetini olduğu gibi kabul edenlere okullara girmede, sınıf geçmede, meslek ve iş edinmede yardımcı olmakta, haksız birçok imtiyaz verilmekte ve mali destekler sunulmaktadır. Kendi zihniyetine karşı çıkıp mücadele edenler ise çok yetenekli bile olsalar işsiz bırakılmakta iş ve mesleki unvan sahibi olanların elinden sudan gerekçelerle bu imkânlar alınabilmektedir. Yani rejim uygulamalarında fırsat eşitliği yoktur. Bu nedenle yeni nesiller, beyinler ve yetenekler fırsat eşitliği imkânı bulamadıkları için daha okul çağından başlanarak heba edilmekte, teslimiyetçi, uydu kişilikli olanlara tanınan imtiyazlarla bütün bir nesil buna teşvik edilmektedir. Ayrıca eğitim kurumlarında resmi Şii mezhebine bağlı olmayan insanlar çok ciddi bir ayrımcılığa tabi tutularak dıştalanmaktadır. Bütün engelleri aşarak yinede mezun olanlara iş verilmemekte ve böylece okumaya, meslek sahibi olmaya karşı bir güvensizlik yaratılmaktadır. Halkımızın çoğu bu uygulamalardan hareketle “okusak da işsiz kalacağız o zaman ne diye o kadar yılımı boşu boşuna okuyarak geçireyim” diyerek okumayı terk etmektedir. Rejimin uygulamaları aslında tamda halkımız içinde bu mantığı yaratmayı hedeflemektedir. Çünkü halkımızın başına bela olan ve diğer bütün kötülüklerin ve olumsuzlukların ya direk kaynağı yada aşılmamalarının nedeni olan cehalet böylece devam etmektedir. Bu tuzağın aşılması için halkımız bütün koşulları zorlayarak mutlaka okumalıdır. Ebetteki okurken rejimin egemen kılmak istediği zihniyetle de mücadele etmesi gerekir. Esaret koşullarında yaşayan ve bu esaretinin en büyük sebeplerinin başında gelen cehaleti yenmek için Kürt bireyi mutlaka okumalıdır. Eğer okumaya bu zihniyetle yaklaşılmazsa egemen rejimin siyasetlerinin hizmetinde kalınmış olacaktır. Rejim okuyan, bilinçlenen, aydınlanan toplumdan korku duyduğu için bu politikayı yaşama geçirmiştir. Şu bilinmelidir ki günümüz dünyasında başarılı olan eğitimli beyin gücüne dünyanın bütün ülkeleri kapılarını açmaktadır. Kapalı kapıların pek kalmadığı günümüzde rejimin önümüze çıkardığı gerekçelere sığınarak okumamak, halkımızı cehalete, geleceğimizi sefalete mahkûm etmekle eşdeğerdir.  Rejim toplumumuz içerisindeki cehaletin devam etmesi için bazen Kürtlük kimliğinizden dolayı bazen de mezhep ve inancımızdan dolayı okumamız önüne ne kadar engel çıkartırsa çıkartsın biz mutlaka okumalıyız. Çünkü rejimin asıl amacı bir Kürdün okuyup okumaması değil, toplumumuzun genelinde okumaya karşı sempati gelişimini önlemek suretiyle halkımızı cehalete mahkûm etmek ve bu cahil toplumu istediği gibi yönetip yönlendirmektir. Bu nedenle her Kürt bireyi ve Kürdistanlı “okuyup şu meslek sahibi olayım da kendime bir yaşam kurayım” düşüncesi kadar ve hatta ondan daha da fazla “okuyup bilinçli, aydın bir insan olayım toplumumun bu cehaletten kurtulmasında katkı sağlayayım” yaklaşımı içerisinde olmalıdır. Zaten aydın bilinçli ve mesleki eğitim sahibi olan insan iş bulmada veya işini kurmada da avantajlı konumdadır. Aynı şekilde Kürdistan’da anne ve babalarda çocuklarının eğitimine bu temelde yaklaşmalı, onları okumaya teşvik etmelidirler. Eğer çocuk aile içinde kitap okuyan kimseyi görmezse, eğitimin yüceltici, geliştirici etkilerini hissetmezse elbette kendiside okumak istemez. Yani çocuklara okumayı, eğitimi sevdirmek aile ve çevreye bağlıdır. Okuma sevgisi ve eğitim toplumumuzdaki yaygınca uygulama olan kötekle çocuğa sevdirilemez. Çoğu anne-baba “biz çocukların okumasını çok istiyoruz, hatta okumaları için dövüyoruz da okula gitmiyorlar” demektedirler. Fakat bu anne ve babanın evinde tek bir kitap bulunmaz, çocuklar onları okurken bir gün bile görmezler. Tabii ki çocuk en yakını olarak onları örnek alacak ve onlara özenecektir. Bu nedenle sadece resmi okullarla sınırlandırılmadan imkânlar ölçüsünde her Kürdistanlının evi bir kütüphaneye, bir okula dönüştürülerek okumama kültürü ortadan kaldırılmalıdır. Evlerde bol miktarda ve faklı konulara ilişkin kitaplar olursa er veya geç onları okuyanlar çıkacaktır. Her toplum yaşadığı uzun tarihsel geçmişinde yaşadıkları ile birlikte karşılaştığı farklı toplumları etkileyerek ve onlardan etkilenerek özgünlükleri çok olduğu gibi benzerlikleri de çok olan bir kültürel yapılanmaya sahiptir. Karşılıklı doğal etkileşim ve dönüşüm dışında toplumlar kültürlerini yitirdikçe kendileri olmaktan çıkarak başkalaşmışlardır. Eski tarihlerde yaşamalarına rağmen günümüzde yok olan halkların durumu böyledir. Bu halklar tümü ile fiziksel katliamlardan geçirilip yok edilmemişler, kültürel anlamda eritilip asimilasyona uğratılmışlardır. Bir başına kültür bir toplumun konuştuğu dilinden, yaşama bakışına, yemek alışkanlıklarından eğlenme biçimlerine, müziğinden doğaya yaklaşımına, birbirleri ile ilişkilenmeden resmi bayramlarına kadar düşünebileceğimiz bütün alanlarda sahip olduğu ve her birisi özgünlükler içeren toplumsal kimliktir. Bütün ideolojiler topluma mal olmak ve süreklileşmek için hedefledikleri toplumlarda öncelikle “yeni bir kültür” yaratmak istemişlerdir. Kendi yeni kültürlerini toplumlara kabul ettiren bütün ideolojiler uzun ömürlü olmayı başarırken bunu başaramayanlar yok olmuşlardır. Kültürler dinamik ve toplumun ihtiyaçları temelinde kendisini uyarlama kabiliyeti gösterirse olumlu rol oynarken katılaşarak dogmatikleşirse toplumları geri bırakan bir karakter kazanabilirler. Özellikle Kürt toplumu olarak içinde yaşadığımız ağır durum dikkate alındığında dönüşüme uğratmamız gereken birçok geçmiş alışkanlıklarımızın olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bir bütünen geçmiş konularda açmaya çalıştığımız toplumsal ve bireysel yetmezliklerimizin tümü kendi alanlarındaki yanlış ve zamanımıza cevap olamayan kültürel altyapımızdan kaynağını almaktadır. Bunların içerisinde uyuşturucu bağımlılığı, kaçakçılık ve Besiclik gibi bazıları yakın tarihsel geçmişimiz ve yaşadığımız süreçle ilgili ve yeni kültürel etkiler olarak ortaya çıksada nihayetinde bunlarda daha eskilere dayanan olumsuzlukların üzerinden şekillenme bulmuşlardır. Mesela aşiretçi feodal kültür ve okumama kültürü gibi bazıları hem uzun geçmişleri olan hem de çok büyük tahribata neden olan ve her birisi beraberinde onlarca farklı sorun yaratan konumdadırlar. Binlerce yıldan beri hep yabancıların istilasına uğrayan ülkemiz ve dış egemenlerin işgalinde yaşayan halkımızın varlığını koruyarak bugüne gelmesinde en önemli neden çok güçlü ve derin bir kültürel geçmişe sahip olmasıdır. Neolitik kültür dediğimiz bu güçlü kültürel etki ülkemize işgalci olarak gelen birçok toplumun kültürel anlamda halkımız içerisinde erimesine neden olarak bizi koruyabilmiştir. Bu da gösteriyor ki kültürlerin gücü uzun vadede kılıçların gücüne galip gelmiş, savaşta yenen birçok halk yendikleri toplumların kültürel güçlerine yenilerek içlerinde erimekten kurtulamamışlardır. Çok derin tarihsel geçmişe dayandıkları içindir ki günümüzde bazıları toplumumuzu bariz bir biçimde geriletmesine ve düşmanlarımızın hizmetine girmesine rağmen bunları kolay kolay dönüştüremiyoruz. Demek ki kültürel birikimlerimiz bir yandan varlığımızın nedeni diğer taraftan yaşadığımız sorunlarında kaynağı olabilmektedir. Asıl ve acilen yapmamız gereken, bizi gerileten öğeleri değişime tabi tutarak esnetmek yeni sentezlerle toplumumuzu bu ayak bağlarından kurtarmaktır. Toplumdan bireye kadar bunların yarattığı etkiler geçmiş konuların çoğunda belirtildiği ve değerlendirildiği için yeniden sıralamaya gerekli görmüyoruz. Mevcut aşiretçi kültür, feodal aile kültürü, okumama kültürü, örgütlenmeme ve çok evlilik gibi.  Eleştiriye tabi tutamadığımız kültürel değerlerimizi de sahiplenerek korumalı ve güçlendirerek geleceğe taşımalıyız. Dilimiz, mertliğimiz, direnişçiliğimiz, misafir severliğimiz, yaşlı ve düşkünlere sahip çıkan merhametimiz bize ait oyunlarımız, milli bayramlarımız, giysilerimiz gibi. Kürdistan tarihi boyunca çok ciddi dış kültürel baskı ve saldırılara maruz kalmıştır. Bunların içerisinde en etkili olanlarından biri İslamiyetlin zorla ülkemize sokulması süreciyle başlayan ve İslamiyetlin kabulü ile devam eden Arap kültürünün taşırılması sürecidir. Bu yolla toplumumuza yabancı ve bizim özgünlüklerimizin çok gerisinde bazı yaşam alışkanlıkları ve ilişkiler empoze edilmiştir. Toplumumuz İslam ideolojisini kendisine uyarlama kabiliyetini fazla gösteremediği için kendisini ona uyarlamıştır. Sadece bazı Kürdistanlılar Alevilik biçiminde kısmen de olsa İslamiyet’i kendilerine uyarlayarak bir özgünlük yaratabilmişlerdir. İkinci en etkili kültürel baskı dönemi ise özellikle birinci dünya savaşından sonra ülkemizin dört parçaya ayrılarak sömürgeleştirilmesi süreci sonrası egemen devletlerin bizi asimile etmek için dayattıkları ulus-devlet anlayışı dönemidir. Geçmişte yerel düzeyde yaşatılan bazı eğitim ve kültürel örgütlenme ve kurumlar egemen devletler tarafından kapatılarak yerlerine egemenlerin kültürlerini hakim kılmaya çalışan kurumlar geçirilmiştir. Kürdistan’ın bazı parçalarında halkımızın varlığı tümden inkâr edilmiş ve halkımız yok sayılmıştır. Kültürel asimilasyon öyle bir düzeye vardırılmıştır ki şehirlerimizin, dağlarımızın, akarsularımızın ve hatta insanlarımızın adları değiştirilerek Kürtlüğe ait olan her şeye karşı sistematik bir savaş yürütülmüş ve tarihimiz tümüyle inkâr edilmiştir. Doğu Kürdistan’da da egemen rejimler benzer uygulamalar geliştirirken kültürümüz değişik yöntemlerle kendisini korumaya çalışmıştır. Fars egemenlik sistemi bizim tarihsel mirasımız başta olmak üzere Newroz gibi, Çarşema Sor gibi kendisininki ile ortak olan fakat kendi içerisinde bazı farklılıklarda barındıran birçok kültürel değerlerimizi kendileştirmeye çalışmıştır. Fars egemenlik sistemi geçmişteki tarihsel yakınlığımızı kullanmak suretiyle yok edemediği ve asimile edemediği kültürel değerlerimizi sahiplenme yoluna giderek kendisini bütün ortak kültürel değerlerin tek sahibi olarak ilan etmiştir. Çok farklı ve birbirine zıt kültürlere sahip toplumların birbirlerini asimile etmesi nispeten zor, yakın kültürlerin ki ise kolay olduğu için İran egemenleri yumuşak politikalarla, zıtlaştırmadan asimilasyonu gerçekleştirme yolunu tercih etmişlerdir. Sözde Kürt halkını tanıyan ve Doğu Kürdistan’ın küçücük bir parçası da olsa bir alanına Kürdistan diyen rejim, iş kültürümüz ve tarihimizle ilgili alana gelince sessizliğe bürünmekte yada engeller çıkartmaktadır. Bu rejim bağımsız kültür araştırma kurumları yine tarih ve dil araştırma kurumları oluşturmamıza izin vermemekte, kendi dilimizle eğitim ve yayını yasaklamaktadır. Çok kısa yaptığı ve devletin propagandası ile egemen ulusun milliyetçiliğini yapan işitsel ve görsel yayınları da kendi siyaseti için yapmaktadır. Bu rejim çocuklarımıza kendi ulusal isimlerimizi vermeyi kabullenmeyecek kadar kültürel değerlerimize tepkilidir. Bazı ebeveynlerin, rejimin taleplerine uyarak çocuklarına ulusal isimlerini vermemeleri kadar aşağılayıcı bir şey olamaz. Mademki o çocuk senin çocuğundur sen nasıl olurda başkalarının ona zorla verdiği ismi kabul ediyorsun. Eğer bunu kabul ediyorsan o çocuğu da onlara ver hiç olmazsa geleceğini de onlar kursunlar. Çünkü başkalarının uygun gördükleri ismi yani yabancı kültürel bir öğeyi taktığın o çocuğu Kürt olarak büyüteceksin. Eğer Kürt olarak yetiştireceksen isminden başla, yok asimileye isimden başlıyorsan verde bir başkası olsun. Burada ortaya çıkan kültürünü sahiplenmeme, kültüründen kaçmadır. Çünkü egemen rejim kendi kültürünü yüceltirken bizim kültürümüzü horladığı için, küçümsediği için ondan bir kaçış var. Egemen kültür Kürdün yanında Azeriyi küçümser, hakaret eder, Azerinin yanında da aynı şeyleri Kürde yaparak diğer halkların kültürlerini küçümseyerek, çatıştırarak kendininkini egemen kılar. Mesela Kürdistan’da birçok insanımızın adı Daryuş, Behmen, Mehran, Areş, Ensari’dir fakat Kawa, Agit, Rojhat, Berivan, Zozan gibi Kürt isimlerine pek ratlanmaz. İletişimin çok geliştiği ve kültürlerin birbirlerini daha çok ve daha hızlı etkileyebildiği günümüzde egemen toplumlar en çok kültürel anlamda kendilerini ihraç etmektedir. Genel dünyada gelişen ve ülkemizi işgal etmiş egemen rejimler tarafından daha sistemli bir biçimde ve zorla bize dayatılan kültürel baskıya karşı kendi kültürümüzü korumak bizi bugünlere kadar taşıyabilen kültürel değerlerimize bir borcumuzdur. Bunun için de tüm koşulları zorlayarak kültürümüzü değişik kurumlaşmalar aracılığıyla geliştirip güncelleştirmemiz gerekiyor. Gericiliğe kaçmadan ama bizim olan değerlerimizi araştırıp gün ışığına çıkartarak sahiplenmek kimliğimizi güçlendirecektir. Öyle ki bazı halklar vardır ki sadece çok özgün bazı kültürel özellikleri ile bütün dünyada tanınmakta ve sempati toplamaktadır. Bizim ulusal çıkarlarımız için gerici bir karaktere dönüşmemiş tüm kültürel değerlerimizi sahiplenelim. Egemen sistemin geri görerek horladığı isimlerimiz gibi bayramlarımız gibi, dilimiz gibi bazı şeylerin asıl kimliğimiz olduğunu unutmayalım.    Kültürel milliyetçiliğe kaçmadan toplumsal kimliğimiz olan kültürümüzü kurumlaştırmak ve geliştirmek, bizi kendimiz olmaktan çıkarmaya karşı en etkili yoldur. Kendimizin olanlardan utanmadan, inkâr etmeden, kaçmadan ama geriliklerimizi de aşarak dünya ile bütünleşmek, başka toplumları özel olarak hedeflemedikleri sürece diğer halkların kültürel özgünlüklerine hoşgörülü yaklaşmak ve saygı duymak bizim için önemlidir. Eğer rejim kültürleri öldürmek istiyorsa, alay ediyorsa, birbirleri ile çatıştırmak istiyorsa bizim uygulama ve yaklaşımlarımız bunun tam tersi olmalıdır. İdeolojilerin kültürel zeminde çatıştığı günümüzde tarihin hiçbir döneminde olmadığı düzeyde kültürel emperyalizm imkânları mevcuttur. Dünya egemen sistemleri bir yandan faklı kimlik ve kültürlere saygılı olduklarını ve desteklediklerini dillendirirken diğer yandan bütün medya kurumları ve teknolojik imkânları kullanarak kendi kültürlerinin reklâmını yapmakta, onu diğer halklara empoze etmeye çalışmaktadır. Bu yolla kendi zihniyetlerini, bakış açılarını, olaylara yaklaşımlarını, zevklerini, ölçülerini, genel anlamı ile ideoloji ve sistemlerini tüm dünya halklarına kabul ettirmeye çalışırlar. İran rejimi komik uygulamalarında olduğu gibi uydu antenleri yasaklamak veya internete filtreler koymakla dış kültürel etkiye karşı savaşım geliştirilemez ve alternatif oluşturulamaz. Alternatif, kendi kültürel kurumlarını geliştirmek, günümüz ihtiyaçları temelinde özgünlükler yaratmaktır. Aksi halde kültürel özgünlükler bazı dini dogmalar gibi katılaşarak topluma ayak bağı olmaktan kurtulamaz ve bunun sonucu olarak da uzun vadede yabancı kültürler tarafından aşılmaları da kaçınılmaz olur. Bir toplumun kültürel birikimlerinin hem bir yansıması hem de yenilikçi sentezinin artistik ifadesi olarak değişik alanlarda icra edilen sanat, kültürün yenilikçi, üretken, estetik öncülüğünü yapmaktadır. Bu anlamı ile bir kültürü demokratikleştirmenin, gericileşmekten kurtarmanın en etkili aracıdır sanat.  Çünkü sanat alternatif bakış açıları ve yorumlamalarla mevcut olanı eleştiriye tabi tutan değişime zorlayan, hiçbir zaman elde edilenle yetinmeyen yenilikçi, devrimci bir muhalefettir. Kültür ve ideolojilerin demokratikleşmelerinin muhalefeti, toplumların vicdanıdır sanat. Sanatı icra eden ve sanatçı olarak adlandırılan insanlar; oyunları ile yazıları ile sesleri ve melodileri ile resim ve karikatürleri ile toplumu düşünmeye, farklı yorumlara, yeni dünyalara götürerek ufuklarını genişleten aydınlardır. Avrupa’da hiçbir devlet gücünün üstesinden gelemediği, bütün kralların egemenliklerini paylaştıkları ortaçağ kilise hâkimiyetinin başta İtalya olmak üzere birçok ülkede sanatçıların başlattığı Rönesans hareketi ile aşıldığı ve bu coğrafyada devrimsel gelişmelere yol açtığı düşünüldüğünde sanat ve sanatçıların toplumlar için önemi daha iyi anlaşılır. Eğer bugün Ortadoğu dogmaların esiri olmuşsa bunun en büyük nedeni sanata ve sanatçıya olan yanlış yaklaşımıdır. Bu coğrafyada sanatçı egemen rejimlerin görmek ve duymak istediklerini yapmaya zorlanmakta, özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Eğer sanat yenilik, yaratım ve eleştiri ise sanatçı özgür düşünme ve hareket imkânına sahip olmak zorundadır. Maalesef hem genel Ortadoğu’da hem de bizim toplumumuzda buna fazla imkân tanınmamıştır. Hal böyle olunca da bizdeki sanatçılar çoğunlukla sadece geçmişin taşıyıcıları olmuş, yeni yaratımlarla geçmişi geliştirip güncelleştirmeyi başaramamışlardır. Bunun sonucu olarak da hem Ortadoğu’da hem de Kürdistan’da toplum; kültürü, gelenekleri ve egemen dogmaları ile yüzyıllardır adeta dondurulmuştur. İran rejimi de bu coğrafyanın en gerici dogmatik güçlerinden birisi olarak sanata ve sanatçıya kara çarşaf ve takke giydirerek özgürlük sınırlarını fiziğinden başlayarak çizmiştir. Rejim için sanat kendi sistemini yücelten, onu eleştirmeyen, değişime zorlamayan, halkın kafasında soru işaretleri yaratmayan mevcut kalıpların duvarlarına çarpmadan icra edildikçe iyidir. Sanatçıda geçmişe ve değişime(geleceğe) küfredip bu günü ve bugünün mollalarını yücelttikçe sanatçıdır. Molla rejimi sanatsal etkinliklerin tümünün mayasını oluşturan özgürce düşünüp özgünlükler yaratmayı kendi dogmatik zihniyet yapısına kurban ederek sanatçılığı bir meslek, sanatı da bir iş koluna çevirmek istemektedir. Bunun sonucu olarak İran’da sanatçılık çoğu kişi için bir memuriyet gibidir. O, amirinin önüne koyduğu işleri yapmakla mükelleftir. Rejimin uygulamalarında sanatçıların görevi duygulara hitap ederek tüm toplumun beynini uyuşturmak ve egemen sisteme itaata teşvik etmektir. Her bir molla en usta sanatçıya bile parmak ısırtacak yaratıcılıkla siyaset sanatının inceliklerini kullanılarak bu rejimi ayakta tutma gayreti içinde iken, toplumun sanatçılarını da kendi siyasetlerinin aleti olarak kullanmaktadır. Günümüzdeki sanatsal kısırlık zengin tarihsel-kültürel geçmişe sahip olan genel İran toplumu için çok büyük bir kayıptır. Sanatsal yaratımın en önemli ihtiyacı olan düşünce özgürlüğüne İran rejimi imkân tanımayacağına göre sanatçıların bireysel bazda rejimin düşünceyi kısıtlayıcı ve yasaklayıcı engellerini aşarak sanatsal anlamda topluma yenilikler sunmaları kendilerini zorlasa da kısa vadede tek çıkış yoldur. Mevcut durum düzelsin diye bir sanatçı işi doğal gidişatına bırakarak sanatçı olamaz. O, bu durumun düzelmesine öncülük yapmak zorundadır.     Sanatçılara en büyük rol toplumların dogmaların esiri olduğu yada kaos durumu yaşadıkları koşullarda düşer. Çok ciddi sorunlarla yüz yüze olmayan toplumların bu durumları sanatçıların çalışmalarının da eseri olduğu için zaten bu toplumlarda sanatçılar rollerini oynuyorlar gerçeği ortaya çıkar. Fakat ciddi sorunlarla yüz yüze olan toplumların sanata ve sanatçıların özgür çalışmalarına yaklaşımlarını gözden geçirmeleri gerekmektedir. Sanatçı icra ettiği sanat yoluyla toplumları kaos ortamından çıkarma potansiyeli taşıdığı gibi yaşanan bu süreçlerin tarihe çarpıcı geçişini sağlayarak kalıcılaşmasını da sağlamaktadır. Yaşadığımız bugünkü koşullar halkımızın sanatçıya ve sanata en çok ihtiyaç duyduğu ve en büyük sanatsal ürünlerini verme potansiyelini taşıdığı bir tarihsel süreçtir. Halkımızın yaşadığı trajedileri sanatsal incelik ve yaratıcılıkla yansıtacak sanatçılardan yoksun olduğumuz sürece ne dünyayı nede halkımızı yaşanan gerçeklere inandıramayız. Bazen bir fotoğraf karesi, bir film şeridi birçok şeyi ifade edebilmektedir. Toplumumuzun ihtiyaç duyduğu; kültürümüzü yozlaştıran, başkalarına özentiyi geliştiren, sadece çıkar amacı ile hareket eden bazı günümüz sahte sanat hırsızları değil, dogmaları aşarak egemen rejimlerin uygulamalarına meydan okuyan, toplumumuzu hem kendisine hem de dünyaya sanatsal yaratıcılıkla anlatma gücünü gösterebilen sanatçılardır. En büyük sanatçıların en zor koşullar altında yaşayan arayış içerisindeki toplumlardan çıkmaları bir tesadüf değil insan vicdanının şahlanışıdır. Bu anlamda yaşadığımız trajedik durumdan istifade ederek kültürel değerlerimizi yozlaştıran ve kendisine sermayeye dönüştüren egemen rejimlerin şakşakçılığını yapan sözde sanatçıları teşhir etmek ne kadar önemli ve gerekli ise mevcut yaşanılanlara muhalif ama inkârcılığa kaçmadan kültürel değerlerimizi yenilikçi bir senteze tabi tutarak toplumsal gelişim, değişim ve dönüşümün önündeki engelleri aşmayı hedefleyen gerçek sanatı ve sanatçıları desteklemek de o kadar önemlidir. Şimdiye kadar toplum olarak sanatçı bakımından oldukça fakir bir durumdayız. Çıkan kimi sanatçılarda ya sadece geçmiş kültürümüzün taşıyıcısı rolünü oynamış yada gereken yaratıcılıkla yenilik yaratamamıştır. Yeni nesil Kürt sanatçısı egemen rejimlerin zihniyetini aşarak sanatı sadece para için değil, sanat için değil, kendi reklâmını yapmak için değil, meşhur olmak için değil sanatı toplum için yapmalıdır. Toplum için yapılan sanat zaten sanatçıya diğer kazanımları da sağlayacaktır. Sadece para için yada egemen rejimler için yapılan sanat, sanat değil sadece bir iştir. Çok uzun tarihsel geçmişimiz ve geniş kültürel zenginliklerimiz eğer yaşadığımız ağır sorunlarla doğru bir senteze tabi tutulursa gerçek sanatçılar için müzikten edebiyata, resimden tiyatro ve sinemaya kadar her alanda muazzam bir zenginlik sunmaktadır. Öyle ki bir seferliğine ülkemizi görüp bu duruma şahit olan birçok yabancı bu kısa gözlemlerini roman, film ve tiyatro oyunlarına dönüştürebilirken bizim toplumumuzdaki aydın ve sanatçının bundan istifade edememesi en iyimser ifade ile sanatsal hissiyatlarımızın zaafı olarak değerlendirilebilir.   I-Rejimin Yarattığı Kişilik Ve Aydın Tipi. Birey olarak insan, şekillenmesinin asıl karakterini, ailesi ve içerisinde yetiştiği toplumun genel kültürel çerçevesinden almakta daha sonra bu özellikler okul ve diğer kurumlarda yasa ve kanunların çerçevesini belirlediği resmi hukukla birleşerek en son şekillenmeye ulaşmaktadır. Bilimsel veriler aile içerisinde ve yakın çevrenin etkili olduğu okul öncesi gelişimin ilerleyen yaşlarda bireyin kişilik şekillenmesi ve özellikleri üzerinde en etkili dönem olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönemde kazanılan özelliklerin tümü kendi alanlarında ileride inşa edilecek olan büyük binanın temel taşlarını oluşturmaktadır. Eğer temel çürük olursa onun üzerinde inşa edilecek hiç bir yapının sağlıklı olması düşünülemez. Fakat temel sağlam bir zeminde ve sağlam malzemeyle atılırsa ilerideki hatalar bazı hasarlara neden olsalar da bütün yapıyı etkileme kudretine sahip olamazlar. Buradan şu gerçeklik ortaya çıkıyor; aile ve toplumun kültürel alt yapısının güçlü ve sağlam olduğu bireyler, sakat zihniyet yapısına sahip rejimlerin egemen olduğu ülkelerde büyüseler kişilik çok sağlıklı olmazsa da özü itibari ile önemli oranda olumluluklar barındırırken, çok olumsuz aile ve toplumsal ortamlarda büyüyen birey ileride olumlu yönetimlerin hüküm sürdüğü alanlarda çok ciddi anlamda sorunlu olmaktadır. Dile getirdiğimiz bu iki taraflı durum her ne kadar kişilik üzerinde bir birinden farklı şiddetlerde tahribata neden olsalar da her iki durumda da ortaya çıkan, kişilik kırılmasıdır. Çünkü burada aile ve toplumdan kazanılan kültürle resmi devlet hukukunun çatışması aynı kişide yaşanmaktadır. İstikrarsız ve kırılgan olan bu kişilik kimi zaman bir tarafa, kimi zaman diğer tarafa savrulmakta, bazen vicdan azabı ve toplumun yazılı olmayan etik kuralları bazen de devletin kanunları ile karşı karşıya gelmektedir. Tek başına ve kaba anlamıyla her ikisini veya herhangi birisini red ederek sorunu çözmesi yada değişim için tek başına bir mücadele stratejisi geliştirmesi son derece zor olduğundan istikrarsız bir kişilik oluşmaktadır.Kişiliğin sağlıklı gelişimi için hem aile ve içerisinde yetişilen toplumun kültürel yapısı hem de egemen devlet aygıtının hukuksal kurallarının nispeten bir bütünlük oluşturması gerekiyor. Aile bölümünde “kendisini aile kurumuna benimsetmemiş ideoloji veya sistemlerin uzun süreli olamayacağını” belirtmiştik. Çünkü buradaki uyumsuzluk, rejimleri sadece zora dayalı bir konumda tutacak, rejim kadroları aile temelinden başlanarak yetişme imkânını bulamayacaktır. Böylece aile ve toplumun kültürel yapılanması ile şekillenen çocuklar büyüyünce rejimlerin sistemleri ile doğal ve sürekli bir çatışmayı yaşayacaklardır. Demek ki kırılgan ve istikrarsız bir kişiliğin oluşmaması için toplumsal kültür ile resmi devletin ideolojik ve hukuksal yapısının beli oranda bir uyum içerisinde yada bir sentez oluşturmaları gerekiyor.Kürdistan’ın yabancı egemenliğinde olması Kürt bireyini egemen rejimler ile hem kültürel hem ideolojik olarak çatışmalı konuma getiren bir durumdur. Çünkü burada hem kültürel olarak dıştalanma hem de ideolojik-hukuksal bir dıştalanma söz konusudur. Kürt halkı hem toplumsal boyutta hem de bireysel anlamda bir mücadele yürütmekle karşı karşıyadır. Burada en göze çarpan ve yakıcı olan sorun bireyin ait olduğu toplumsal kimliğinin dıştalanması, horlanması, baskıya maruz bırakılmasıdır. Tabi ki bireyin ait olduğu bu toplumsal kültürün ve kimliğin reddi aynı zamanda bireyin kendisinin de reddi anlamına gelmektedir. Bu durum bireyi ya kendisini ve ait olduğu toplumu inkâr etme yada sahiplenme ikilemi ile karşı karşıya bırakmaktadır.  Kürt bireyinin kişilik şekillenmesinde geldiği ilk önemli yol ayrımı bu alan olmaktadır.Kürt bireyi bir başka hususta daha önemli bir sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Bu da günümüzdeki gelişmelere nazaran nispeten kapalı olan ve feodal ilişkilerin büyük etkiye sahip olduğu klasik Kürt aile ve toplum ilişki tarzı ile daha çağdaş olan arasında tercih yapma yada bunları bir yerde buluşturma sorunudur. Kürt bireyi önceki bölümlerde açtığımız aile ve aşiret yapısının toplumumuzda yarattığı ilişki tarzı ile kendisini ifadeye daha açık olan ve bizim realitelerimizin çok ötesinde, dünya egemen sisteminin reklâmını yaptığı ilişki tarzı arasında bocalamaktadır. Bir yandan kendi toplumundan kopamazken diğer yandan yaşadığı ulusal-toplumsal gerçekliğinin çok ötesinde bir hayal aleminde gezinmekte, o hayal dünyasının kahramanlarına öykünmektedir. Aslında biraz gerçekçi olup reklâmı yapılan Dünyanın standartlarından bir kaç adım uzaklaşıp kendi toplumsal realitesini de değişime zorlayarak özgün ve kendi toplumunun gelişmesine hizmet eden bir sentez oluşturma imkânı vardır. Fakat bu, hem epey zor hem de hülyalı ve pembe hayali bir dünya olmadığından çoğu Kürt bireyimiz “gerçeğin militanı olmak yerine hayallerin prensi olarak yerinde sayıklamayı” tercih etmektedir. Demek ki Kürt bireyi kişilikteki ilk büyük çatallaşmayı toplumumuz ile egemen rejim ve sistem arasında yaşarken ikincisini ağır feodalite ile modernite arasında yaşamaktadır. Bu durum da Kürt kişiliğinin egemen devletin resmi toplumundan olan bir bireyin kişiliğinden çok daha farklı ve sorunlu olması gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.Genel hatlarını verdiğimiz bu ağır toplumsal sorunlarla birlikte toplumumuzdaki bireyin kişilik şekillenmesini etkileyen çok daha fazla sayıda farklı etkenler de mevcuttur. Mesela ülkemizin, irademizi hiç hesaba katmayan inkârcı Molla rejimi tarafından zorla işgal altında bulundurulması genel bir çerçeve iken bu rejimin toplumumuz ve tek tek bireyler üzerinde yürüttüğü çok çeşitli politikalar ciddi sorunlar doğurmaktadır. Öncelikle rejimin ideolojik katı dogmatizmi bütün çelişkileri siyah ve beyaz mantığı ile kutuplaştırmaktadır. Bu mantık “ya isyan et yada kölem ol” zihniyetidir. Uzlaşmaya, yeni sentezlere, farklılıklara bu zihniyette yer yoktur. Her şey en uçta seyreder. Bu zihniyetin hakim olduğu kişilik ya tamamen teslim olur yada anarşizme kayarak her şeyi red eder. Bu kişilik inkârcı olur. Hep uçlarda seyrettiği için bu kişilik ufak başarılarını bile abartır, çünkü onun için orta yer yoktur. Aynı şekilde başarısızlık durumlarında büyük kırılmalar yaşar ve çabuk teslim olur. Bu özeliğinden dolayı mücadeleci ve sabırlı değildir. Başarısı da başarısızlığı da saman alevi gibidir.Toplum içerisindeyken ağır feodal geleneklerin baskısı altında, rejim egemenliğinde ise dogmatik ve neredeyse kutsal kabul edilen kanunlar bireyi çok ciddi basınca tabi tutmakta, birey çoğu zaman sadece hazır olana tabi olarak yaşamaktadır. Burada yaratıcılık, farklı bakış açısı ve yaklaşım yöntemleri yoktur. Rejim her şeyi kendisi sunmakta ve bireye düşünme alanı bırakmak istememektedir. Öyle ki bırakalım günlük sorunlar ile siyasal ve toplumsal olayları, kutsal inanç ve ibadet konusunda bile Mollalar bütün bir toplum yerine düşünüp karar verdiklerinden bireye çok fazla tercih yapma alanı bırakılmamaktadır. Birey daha önce hazırlanmış elbiselerden birisine bedenini uyarlayıp giymek zorunda bırakılmaktadır. Maalesef geleneksel toplum içi ilişki tarzı olan feodalitenin tutumu da bu konuda egemen rejimin uygulamalarıyla örtüşmektedir. Kürt bireyi aile içerisinde de daha önceden kendisi için hazırlanmış rolü oynamak zorundadır. Ailenin anti demokratik aşırı hiyerarşik yapısı bireyi adeta raylı bir sisteme oturtmaktadır. Bir biri ile örtüşen sistem-aile kuralları pasif, edilgen ve kendi kaderine razı bir tip yaratmaktadır. Ona göre yaşanılan durum bir kaderdir ve kendisinin yapacağı bir şey yoktur. Ne zamanki kaderi değişirse o zaman kendisi de bu sorunlardan ve sıkıntılardan kurtulur. Bu kişilik tipi; insanın yaratığı değişimlerin kendisine kader olarak benimsetilmiş şeyin kendisi olduğunu ve dolayısı ile bütün toplumsal değişimlerin asıl yaratıcısı ve sürdürücüsünün de kendisi olduğunu göremeyecek kadar körleşir. Bu nedenle bu kişilik tipi bırakalım toplumsal dönüşüm ve gelişmelere öncülük etmeyi ve katılmayı, hep ayak bağı olarak geriye çeken bir konumu işgal eder. O, kendi kişiliğini değiştirmeden de egemen sisteme karşı mücadele edebileceğini sanır. Kendisini sadece bir nesne olarak gördüğü için gününü yaşar, kendisine yüklenmez.
Hem Kürdistan toplumunda hem de egemen Molla rejiminde bilim ve bilimsellik fazla rağbet görmediğinden mucizeler ve efsaneler çok yaygın inanış kaynakları olmaktadır. Bu zihniyet insanı bilimsellikten, gerçeklikten tamamen koparmaktadır. Kişi kendisini gelişmelerin, değişimlerin bir gücü olarak göremez. Ona göre adeta mucizevî olaylar ve efsane kahramanları değiştirmenin gücü olabilirler. Bu nedenle dinde olduğu gibi hep bir mucizenin gerçekleşmesini ve bu kötü gidişatı değiştirmesini bekler.
EŞREF KARABAKAN

Hiç yorum yok: