22 Şubat 2010 Pazartesi

Kürtler ve İsyan Olgusu


Yeni bir Newroz’u kutlamaya hazırlanırken, bu bayramın özünü oluşturan başkaldırı ve isyan ile özgürlük arayışı bağlamında Kürtlerde isyan olgusuna yeniden bakmak gerekir. İsyan, Kürt halk tarihinin temel olgularından biri ve ayrılmaz bir parçası durumundadır. Kürtler neden hep isyan halinde ya da neden hep imha tehlikesiyle karşı karşıyadırlar ve bu olgular Kürdün tarihi boyunca nasıl bir seyir izledi? Bu yazıda bu soruların cevabını irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle Kürt isyanlarını iki kategoriye ayırabiliriz: Birincisi; Osmanlı Devletinin iyice zayıflayıp parçalanmaya başladığı özellikle 19. yüzyılda çıkan isyanlardır. Bu dönemde Osmanlı Devleti eriyip zayıfladıkça Kürdistan’a yüklenmeye başlamıştır. Daha çok asker ve vergi isteyerek Kürdistan’da yüzyıllardan beri süregelen yarı bağımsız Mirlikleri daraltmayı amaçlamıştır. Bu da art arda birçok isyana neden olmuştur. İkinci kategoriye girenler ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası gelişen isyanlardır. Bu isyanlardaki ana neden, Cumhuriyetin kuruluşunda Kürtlere ulusal ve toplumsal hakları konusunda verilen söz ve vaatlerin sonradan tutulmamasıdır.
Ancak bu isyanları daha iyi anlayabilmek için biraz daha Kürt tarihi ve halk gerçekliğine bakmak gerekir. Kürtlerin tarihteki en önemli özelliği ağırlıklı olarak, etnisite toplumunun temel formlarından olan aşiret halinde kalmalarıdır. Tarihte birçok halk aşiretten halklaşmaya oradan da siyasi birlikteliklere, uluslaşmaya ve devletleşmelere gitmişlerdir. Med aşiret konfederasyonu ile Kürtler siyasi birliktelik imkânını yakalasalar da bunun dağılması sonrasında tekrardan parçalanmışlardır. Köleci ve Feodal devlet ve imparatorluk sistemleri içerisinde kalan Kürt halk kesimleri büyük ölçüde erirken, Kürtlüğü esas anlamda temsil eden doğal toplum ya da etnisite formu olan aşiretler ise genelde bu yapıların oluşturduğu sistemlerin dışında ve büyük ölçüde “dağlar”da yaşamışlardır. Bulundukları mekânlara yönelik zaman zaman büyük seferler ve yönelimler olmuşsa da bunlara direnmiş, kayıplar vermiş ama bu temel etnisite duruşlarını hep korumuşlardır.
Zaten “Kurd” kelimesi üzerinde yapılan araştırmalarda Kürtçe’nin en eski lehçelerinden Dimilkî (Zazaki)’de geçen ve “dağ” anlamına gelen “Ko” kelimesinden türediği artık genel kabul gören bir görüştür. “Ko” kelimesine, Aryan dillerinde eklendiği kelimeye mensubiyet anlamı katan “ti” ya da “yi” eki katıldığı zaman oluşan “Ko-r-ti” (“r” kaynaştırma harfidir) yani “dağlı”, “Kurd” kelimesinin ilk hali olmaktadır. Tarihin değişik zamanlarında ve farklı halkların Kürtler için söylediği “Kurti”, “Guti”, “Gordu”, “Kardu”, “Hurri” gibi sözcüklerin tümü etimolojik olarak aynı kökten gelmedir.
Bu gerçekliği Türkiye Cumhuriyetinin ilk başbakanlarından ve aynı zamanda tarihçi olan Şemsettin Günaltay ile yine ilk devlet adamlarından olan İsmet İnönü de ifade etmişlerdir. Bunlar da Kürtlerin “dağlı” olduğunu, atalarının “Gutiler” olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak bilimsel olarak tespit ettikleri bu tarihi gerçekliği nihayetinde siyasi bir yaklaşımla “Turani”liğe bağlamaktan geri kalmamışlardır. Böylece Kürtler Turani ırkından ve “dağlı Türkler” olmuş oluyordu!
Kürtlerin dağlılığı veya doğallığı ve tarihteki bu duruşları, otantik ya da özgün olan etnisite özellik ve değerlerini korumuştur. Ama diğer yandan onları uygarlığın sağladığı düşünsel ve tekniki gelişmelerden de geri bırakmıştır. Pakistanlı yazar Tarık Ali “Selahattin’in Kitabı” adlı eserinde Kürtleri “yontulmamış elmas”a benzetir. Yine Kürtlerdeki parçalı aşiret yaşamı, siyasi birlikteliği engellemiş dolayısıyla dil ve kültür de parçalı kalmıştır. Bugün Kürtçedeki, çok az dilde olan lehçe, şive ve ağız çeşitliliğinin nedeni de bu parçalı duruştur. Öyle ki Kürdistan’ın bazı yerlerinde köyler arası şive hatta ağız farklılıkları bulunmaktadır.
Kürtlerin diğer önemli bir özelliği yaşadıkları coğrafya ile ilgilidir. Kürdistan, tarihte Mezopotamya sahası içerisinde Doğu-Batı ve Kuzey-Güney geçişlerinde merkezi bir yerde bulunmaktadır. Tarihin neredeyse tüm büyük imparatorlukları Kürdistan’a uğramış, savaşmış ve bu coğrafyayı tarumar etmişlerdir. Pers-Yunan, Pers-Makedon, Sasani-Roma, Sasani-Müslüman, Müslüman-Bizans, Moğol seferleri, Türk Selçuklu seferleri, Haçlı seferleri, Osmanlı seferleri ve daha pek çok tarihin büyük savaş ve seferleri Kürdistan’ı hep kan deryası ve yangın yeri kılmıştır.
Kürdistan coğrafyası ve iklimi de yaşanan savaşlar kadar yaşamı çetin kılmıştır. Birbirini kovalayan ve kesişen dağ silsileleri ve zorlu mevsim koşulları Kürt insanının mizacına direk etkide bulunmuştur.
Bütün bu belirtilen özellikleri Kürtleri, genel itibariyle devlet ve iktidar sistemlerinin dışında tutmuştur. Daha çok devlet ve imparatorluk savaşları arasında kalan ve yaşam alanlarıyla canlarını korumak için bunlarla çatışan Kürtler, normal yaşamlarında ise coğrafyalarının sunduğu imkanların elverdiği ölçüde üretimle meşgul olmuşlardır. Eski Yunan komutanlarından Xenephon, Anabasis (Onbinlerin dönüşü) adlı eserinde Kardukların (Kürt) ülkesinden geçerken, Kürtlerin bu savunma savaşlarını ve direngenliğini çarpıcı ifadelerle dile getirmektedir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 27 Aralık 2007 tarihinde avukatlarıyla görüşmesinde bu durumu şöyle değerlendiriyor: “Türkiye’de bir devlet kuruldu fakat Türk halkının devlete yatkınlığı var, Kürt halkının ise geçmişten beri bir devlet olmaktan çok özgürlüğe ve demokrasiye yatkınlığından söz edebiliriz.”
Sistem içi yapıldıkları durumlarda da Kürt aşiretleri, direngen bir duruşla doğal ve geleneksel özelliklerini koruma refleksi içerisine girmişlerdir. Bu mücadeleyi kaybedenler sisteme eklemlenmiş ve Kürdün literatürüne “direniş”in hemen yanı başında bitiveren “ihanet”i eklemişlerdir.
Kürtler zaman zaman “iktidar” sahibi de olmuşlardır. Ama bu süreçler yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü hep kısa olmuştur.

Günümüzün düşünsel ve tekniki gelişim düzeyinin esas anlamda süreçlerini teşkil eden ve “Modernite” olarak ifade edilen özellikle son iki yüz yıllık dönemde de Kürtlerin, idealist bir söylemle, bu “trajik ve talihsiz kaderleri” değişmemiştir. Değişen yanı bunu daha “modern” tarzda yaşamalarıdır!
Henüz 1639 yılında, zaten kendi içinde parçalılığı yaşayan Kürtlerin ülkesi Kürdistan, dönemin iki büyük gücü İran ile Osmanlı devletleri arasında parçalanmıştır. Bu parçalanma daha sonra katlanarak dörde çıkacak ve Kürtler, parçaları alan devletler arasında tam bir “şeytan dörtgeni” ya da “dörtlü kapan” diyebileceğimiz bir çıkmaza gireceklerdir. Birine dirense diğerine dayanmak zorunda. Ama dayandığı gücün berikinden farkı yok. Çünkü “Kürt” ikisi ya da dördü için de ortak “hayati” sorun. Nereye yönelse yüzüne şamarı yiyip de şaşkına dönen bir insan gibi Kürtler tam bir felaketin içinde bulmuşlardır kendilerini. Buna bir de kendi parçalı duruşları, içsel ihanet ve savaşları, sosyal ve siyasi birlik fırsatı ve gücünü bir türlü sağlayamamaları da eklenince durum iyice trajik bir hal alır.
Sonrasında Batılıların özellikle de İngilizlerin Ortadoğu ve Mezopotamya’ya sömürgecilik amacıyla inmeleri deyim yerindeyse bu trajedinin “tuzu-biberi” olmuştur. Kürtlerin siyasi, ekonomik, askeri ve düşünsel fakirlikleriyle İngilizlerin gelişkin teknoloji ve soğukkanlı kurnazlıklarının karşılaşmasından Kürtlerin payına düşen hep aldatılma, ters köşeye yatma, büyük “hayal kırıklıkları” ve acılar olmuştur.
Girişte iki kategoriye ayırdığımız Kürtlerdeki isyan olgusuna dönersek; 19. yüzyılda zayıflayan Osmanlının Kürt feodal siyasi yapılanmalarına yüklenme, onları denetim altına alma ve asker ile vergi ihtiyacını bunlardan karşılama temelinde bir yönelim içerisine girdiğini görüyoruz. İsyanlar daha çok bu yaklaşıma direnme temelindedir ve daha çok “Mir”ler ile “Şeyh”ler öncülük etmiştir. İsyanlardaki etnik bilinç ya da Kürtlük boyutu henüz olgunlaşmamış ve oldukça siliktir. Daha çok öne çıkan söz konusu öncülerin, feodal statülerini ve topraklarını koruma güdüsüdür. 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Kürt otonom feodal mirlikleri büyük ölçüde tasfiye edilmiş ve sisteme bağlanmıştır. Osmanlı padişahı II. Mahmut ile başlayan bu süreç Abdülhamit ile büyük ölçüde sonuçlanmıştır. Abdülhamit’in Kürt devşirmelerden oluşturduğu “Hamidiye Alayları” bunun resmi ifadesidir. Ancak bu yüzyılın sonlarına doğru çıkan Şeyh Ubeydullah isyanında Kürtlük duyguları diğerlerine oranla biraz daha belirgindir. Aslında Kürt milliyetçiliğine bir ilk adım olarak da değerlendirilebilir. Bunun öncesinde, 17. yüzyılda, sadece ve o da bireysel olarak Ehmedê Xani’de Kürtlük duygularına rastlamaktayız.
Şeyh Ubeydullah isyanında en önemli boyutlardan biri de Nakşibendilik tarikatının önemli rolüdür. Kökenleri 14. yüzyıla kadar giden bu tarikatın “Halidiye” adlı kolu Güney Kürdistan’da Caf Aşireti mensubu olan Diyaeddin Halid Bağdadi (Mevlana Halid, 1778-1826) tarafından kurulmuştur. Süleymaniye'ye yakın olan Baban'a bağlı Karadağ'da dünyaya gelen Halid, çeşitli medreselerde, çeşitli dini alimlerden eğitim aldıktan sonra Hindistan'a giderek eğitim görmüştür.
Şeyh Ubeydullah, Şeyh Tahayê Hakkari’nin oğludur. Tahayê Hakkari, Nehri (Şemzinan) şeyhlerinin ilki ve Mevlana Halid’in halifesi olan Abdullahê Hakkari’nin kardeşi Molla Ahmet Salih Geylani’nin oğludur. Osmanlı Meclisi Mebusan’ında milletvekilliği yapmıştır. Şeyh Sait ayaklanmasında rolü olan Azadi Cemiyeti üyelerinden Seyit Abdülkadir de Şeyh Ubeydullah’ın oğludur.
Şeyh Sait’in dedesi de Mevlana Halid’in öğrencisidir. Bütün bunlar özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Nakşiciliğin Kürt halkının tarihinde nasıl önemli bir olgu olmaya başladığını göstermektedir. Kürtlerin siyasi ve ideolojik bir birlik oluşturmalarının önündeki en büyük engellerden biri de Kürdistan’ı egemenlikleri altında tutan iktidarların Nakşiciliği bir silah gibi kullanmalarıdır. 1880 ile 1925 arası tüm isyanlar içerisinde Şeyh Mahmut Berzenci isyanı hariç neredeyse tümü Nakşibendi tarikatının etkisi altındadır. Şeyh Mahmut ise Kadiri tarikatındandır. Fakat Nakşibendi tarikatının yayılmasıyla beraber Kürdistan’da Kadirilik gerilemiş ve gözden düşmüştür.
Osmanlı devleti, Nakşibendiciliği kendine göre kullanmıştır. Önce Şeyh Ubeydullah’ın İran üzerine yürümesine göz yummuştur. Fakat isyan kendisine de yönelince müdahale etmiş ve onu sürgüne göndermiştir. Oğlu Seyit Abdülkadir’i ise kendi devlet bürokrasisi içerisine almıştır. Yine Abdülhamit buna dayanarak Kürtlerden ama Kürt isyanlarına karşı “Hamidiye Alayları”nı oluşturmuştur. Nakşibendi tarikatından Kürt liderler, özellikle önce İttihat-Terakki sonra da Mustafa Kemal ile olan çatışmalarında Osmanlı Hilafeti ile Saltanatının tarafını tutmuşlardır.  En son Şeyh Sait ayaklanması da böyledir. Bu ayaklanma, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet ile Kürt halkı arasındaki iplerin tümüyle koptuğu ve sonrasının tümüyle Kürt inkarı ve katliamı üzerinden geliştiği bir sürecin başlangıcıdır.

Şeyh Sait ayaklanması sonrasındaki ayaklanmalarda ise özellikle de Ağrı isyanındaki liderlik nispeten daha laik yapıdadır. Ulusal yönü ise ağırlıktadır.
Cumhuriyet dönemindeki tüm ayaklanmalar soykırım derecesindeki katliamlarla bastırıldıktan sonra Türk devleti Kürtlere karşı kültürel soykırım başlatmıştır. Özellikle Dersim isyanı sonrası Türk devlet yetkilileri ama özellikle de İsmet İnönü, Kürdistan için özel kanunlar, stratejik asimilasyon planlamaları ve konseptler oluşturmuş ve bunları pratikleştirmiştir. Kürdistan bölge bölge, vilayet vilayet tahlil edilmiş ve her yerin özgünlüğüne göre bir siyaset izlenmiş ve bir amaç belirlenmiştir. Bu yolda şiddet kadar özel asimilasyon yöntemleri de devreye konmuştur. En başta da Kürt dili ve kültürü yaşamın neredeyse her alanında yasaklanmıştır.
Bu politikalar içerisinde son derece etkin ve vurucu bir tarzda kullanılan ve hiç eksik edilmeyen silahlardan biri de dindir. Bunun içerisinde de Nakşicilik silahıdır. 1990’lı yıllarda ise Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin karşısına Nakşicilik bu sefer Hizb ul kontra katliamcı örgütü olarak çıkarılmıştır.  Bugün Türk devlet bürokrasisi içerisinde yer alan çoğu Kürt, Nakşicidir.  En son AKP de Kürtlerle yegane bağını Nakşicilik ve din üzerinden kurmaktadır. Güneyli Kürtlerle ve Barzanilerle olan bağı da Nakşicilik üzerindendir.

Özellikle son iki yüz yılda gelişen Kürt isyanlarına liderlik eden kişi ve yapıların genel olarak özellikleri şöyle belirtilebilir:
•    Tüm Kürt halkını ya da aşiretlerini bünyesinde toplayan bir yapıda değildirler. Bu konuda belli bir mesafe alanlar olsa da genelde yolun yarısında yine parçalanmayı engelleyememişlerdir. Dolayısıyla çoğu liderlikte aşiretçilik, ailecilik ve kişisel çıkar her şeyin önündedir.
•    Bu parçalılık; dünyaya, Kürdistan ile Kürt halk gerçekliğine ve olgulara yaklaşımda da yani siyasi ve ideolojik olarak da mevcuttur.
•    Dünyadaki ve Mezopotamya’daki gelişmeleri, güçlerin nitelik ve amaçlarını, siyasi dengeleri, güçler arasındaki ilişki ve çelişki düzeylerini değerlendirip buna göre tedbir geliştirecek politik öngörü son derece zayıftır. Bu bağlamda dış güçlerle iradeli, özgüce dayalı, sağlıklı ve stratejik ilişki ve ittifaklar geliştirilememiştir.
•    Batı dünyasındaki gelişmeleri izleyen, din sorununu çözümleyen ve Kürt halkı üzerinde din yoluyla geliştirilen oyunları boşa çıkaran düşünsel ve pratik güç ortaya konamamıştır.

Kürdistan’da son 30 – 35 yılda gelişen Kürdistan Özgürlük Mücadelesi, Kürtlerin tüm bu esaslı tarihsel – toplumsal sorunlarının derin sorgulamasına girişti. Kürt halkının ağır tarihi sorun ve çelişkilerini ve onların çözümlerini kendinde yoğunlaştırdı, somutlaştırdı. Sorguladı, çözdü, çözümledi ve özgürlüğe kapıyı araladı. Bugün kadını, erkeği, yaşlısı ve çocuğuyla Kürdün 35 yıl önceki Kürt olmadığı, büyük bir toplumsal devrim ve değişim yaşadığı gerçeğini Kürt halkının düşmanları dahi kabulleniyor. Kürtlerin bu son isyanı hem kendisinden önceki tüm isyanların hepsinden farklı hem de hepsindeki özgürlük arayışının bir sentezi ve çözümü oldu.

Akif Roj

Hiç yorum yok: