22 Şubat 2010 Pazartesi

Konfederalizmin ilkeleri-2/3

Batı Avrupa'da Ulus-Devletin kuruluşuna, uluslaşma sürecine burjuvazi öncülük etmişti. 1900'lerin -yani 20. yüzyılın- başlarında, son feodal imparatorluklara ve yeni yayılan sömürgeci kapitalist ülkelere karşı, ulusal kurtuluş mücadelesi veren, işgal altındaki ülkelerde ise işçi sınıfı, emekçiler ön saftadır. En azından öncü partileri program ve politik söylem olarak böyledir. Bu nedenle sömürgelerin bağımsızlık mücadeleleri esas olarak demokratik bir jargonla yürütülmüştür. Emperyalist devletlere karşı bağımsızlık savaşı kazanan yeni ulus-devletler, öyle ya da değil demokratik olarak adlandırılmış, öyle tanımlanmışlardır. Burada demokrasiyi daha çok kaderlerini ortak belirleme manasında kabul etmek gerekir. Tarihin o kesitinde koşullar 'Kendi Kaderini Tayin Etmeyi' yani, 'bağımsızlık' kavramını ayrı ulus devlet kurmakla özdeşleştiriyordu. Öncelikle klasik sömürge durumundaki, yani askeri işgal altındaki ulusların emperyalist boyunduruktan kurtuluşu, ancak ayrı devlet kurmakla mümkün olabiliyordu. Ayrıca Leninizm gevşek birliklere karşıydı ve Kendi Kaderini Tayin Hakkını ayrı ulus-devlet olarak benimsiyordu. 'Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, (...) ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.' (V.İ.Lenin. U.K.K.T.H.) Lenin teorik olarak devletin, kademeli söneceğini öngörse de, katı merkezi, bürokratik yapısıyla ulus-devlet, teorinin aksine, giderek güçlenmiş ve Kropotkinin yozlaşma konusundaki eleştiri ve kaygılarını haklı çıkarmıştır.
20. yüzsyılda yaşanan değişim, iktisadi, tarihsel, sosyal koşulları farklılaştırmıştır. Bir yandan Kapitalizmin 19. yüzyılın sonundan itibaren, ulusal sınırları aşarak, yayılma yarışına girmesi, diğer yandan katı 'sınır' anlayışına dayalı statik ulus-devlet... Bu paradoks ulus-devleti, sermayenin uluslararası çıkarlarını savunan bir gangstere dönüştürmüştür. Yani ulus-devlet; ulusal sınırları aşan, giderek küreselleşen mali oligarşinin fedailiğini yaparken rolü gereği güçlenmektedir ama aynı zamanda küreselleşen ekonomik yaşama, bilimsel- teknolojik gelişime ters, engel bir yapı arz etmektedir. Bu nedenle ulus devlet 20 yüzyıl boyunca hep ciddi bir kriz sebebidir. İki dünya savaşı ardından, Birleşmiş Milletler, Ulus-devletler arasındaki sorunları çözmek amacıyla kurulmuştur. Fakat egemen güçlerin güdümünde olması ve ulus-devletin model olarak pratikte giderek aşılması BM'yi de işlevsizleştirmiştir, hatta ABD'nin çıkarlarına meşruluk kazandıran ilkesiz bir kurum haline gelmiştir. Örneğin BM 'Medeni ve Siyasi Haklara' ve 'Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara' ilişkin sözleşmelerinin ilk maddesi; 'Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar, kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlarlar' biçimindedir. Ne var ki, aynı BM'nin 1970'te aldığı 2625 sayılı karar aynen şöyledir; '...SD (self-determination, kendi kaderini tayin) ilkesine uyan ve ülkesinde yaşayan tüm halkı soy, inanç ve renk ayrımı yapmadan temsil eden bir yönetime sahip olan egemen ve bağımsız devletlerin teritoryal (toprak) bütünlüğünü ve siyasal birliğini kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak ya da tehlikeye sokmaya izin verecek ya da bunu teşvik edecek biçimde yorumlanamaz'. Yani Türkiye gibi biçimsel demokratik bir ülkede, Kürtler Kendi Kaderini Tayin Hakkını talep edemez, Kürtler toprak birliğine yönelik istemde bulunmuyor zaten, fakat madde, siyasi özgürlüklerine de kolaylık ya da tolerans tanımıyor.
***
Bağımsızlık, biçime, sınırlara indirgenmeyecek çok boyutlu ve derin bir anlama sahiptir. Günümüzde, ulusların, tarihsel, toplumsal dinamikleri üzerinde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelerini kendi kimlikleriyle, hiç bir dış irade ve baskı altında kalmadan yaşayabilmeleri, kendi değerlerini koruyup geliştirebilmelerine dayanan bağımsızlık anlayışı öne çıkacaktır. Bu özgür eşit ortaklıkların yani konfederatif birliklerin manifestosu gibidir. Birlik tamamen gönülülük esasına dayanmalıdır. 'Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı konusunda, ta öteden beri daha 1970'lerdeyken çok inceleme ve araştırma yaptım. O dönemdeki koşulların etkisiyle ulusların kendi kaderini tayin hakkından sadece devletleşmeyi anlıyorduk. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı eşittir devlettir diyorduk, bu şekilde yorumluyorduk. Fakat zamanla bunun tek doğru olmadığını gördük. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı mutlaka devletleşme tarzında olmaya bilir, değişik yöntemlerle mümkün olabilir. (...) Ulus-devletin, yol açtığı bu krizlerden sonra bir çözüm olmadı ve sürekli kriz oluşturduğu algılamasından sonra buna karşı Neo Liberalizm fikri gelişti. Neo Liberalizm biraz da bunun sonucudur. Neo Liberalizm bilhassa ulus-devletin doğurduğu toplumsal sorunlara çözüm olma anlayışıyla geliştirildi.' (A. Öcalan)
***
1929 genel bunalımı, devlet müdahalesi olmadan kapitalist ekonominin ayakta kalamayacağını göstermişti. Devlet, sosyal harcamalar yapıyor, geniş çapta işçi, memur istihdam ediyordu. Kamu İktisadi Teşekkülleri oluşturarak, özel şirketlere siparişler vererek ekonomiye müdahale ediyordu. Böylece yüksek düzeyde talep güvence altına alınıyordu. Sermaye ile emekçi sınıflar arasında, 'uzlaştırıcı' rol oynayan 'refah devleti' bu rolü önemli oranda başardı.

Genişleme sürecinde emperyalist ülkelerdeki 'refah devleti'ne karşılık, sömürgelerde 'Kalkınmacı Devlet' modeli uygulandı. 'Sosyalist Blok' tehlikesine karşı sömürgelerin kimi ulusal istemleri sineye çekiliyordu.

Kapitalist genişleme 1960 sonlarında sendelemeye başladı. İlk kriz işaretleri ABD'den geldi.

ABD ekonomisinde verimlilik, kar oranları ve fiyatlar düşmeye başladı. 1974-75'e gelindiğinde kriz, tüm emperyalist ülkeleri etkisine aldı; 'parlak 30 yıl'ın sonuna gelinmişti. 1974–75 krizi uzun sürmedi fakat ardından gelen 1979–82 krizi savaş sonrasının en büyük kriziydi. 1974-75'le 1980'lerin başı arasındaki dönem yapısal bir kırılmayı işaret eder ve Neo-liberalizmin başlangıcıdır.

Chicago Üniversitesi, 1970'lerin ilk yarısında neo-liberal ideolojik tezlerin mayalandığı merkezdi. Yeni liberalizmin teorik, ideolojik söylemi, pratik önlemleri 1970'lerin ortalarından itibaren dünyayı kapladı. Önceden üretilmiş, pratik değeri olan fikirler araştırma merkezleri, enstitüler, vakıflar, strateji merkezleri oluşturularak aktif biçimde yayılmaya, bir manipülasyon yaratılmaya çalışıldı. Kitaplar yayınlandı, periyodik bülten, dergi vb. yayını yapıldı.

Söz konusu olan 'kutsal mülkiyet'in ve 'hür teşebbüs'ün geleceği idi. Tüm dünyaya 'piyasa kurallarına uyulması' yani boyun eğilmesi emrediliyordu. Derinleştirilmiş ekonomik, ruhsal, kültürel sömürü, insan doğasını ve ekolojik dengeyi tahrip ediyordu ama 'kutsal piyasa yasası'nda bunların önemi zaten yoktu. Psikolojik ve ideolojik saldırı; 'tekelci hâkimiyetin önünde hiç bir gücün duramayacağını, irade ve değiştirme çabasının beyhude bir uğraş olduğunu' bilinçlere kazımaya yönelikti. Medya, çok büyük bir rol oynuyordu. Gerçekte müdahale vardı, müdahale tekellerin kar hırsını tatmin, yok olmalarının önüne geçmek için yapılacaktı.

Neo-liberal ekonomi politika esasta üç tez üzerine oturtuluyordu:

Liberalizasyon: Çok-uluslu şirketlerin, serbestçe dünya pazarını dolaşımının sağlanması. Başta gümrük olmak üzere, her türlü korumacı önlemin Liberalizasyon adına tasfiye edilmesi. Böylece 3. dünya ülkelerinde emperyalist sermaye hareketini zorlaştıran, iç pazarı korumaya dayanan ithal ikameci ekonomi politikaların dönüşümü sağlanacaktı.

Deregülasyon: Emekçiler lehine devlet müdahalesine son vermeyi içeriyordu.

Özelleştirme: Devletin işletmeci olarak ekonomik alana girmesine son verilmesi.

'Hamleler yüzyılın son çeyreğinde, öncelikle kapitalizmin eski kalelerinde geliştirildi. Kendi içini restore etti, ardından dalga dalga diğer kıtalara, Güney Amerika'ya, Afrika'ya, Asya'ya doğru kaydırıldı.' (A.Öcalan). Avrupa'da, temel hak ve özgürlüklere aşırı yüklenilmeden yapıldı. Restorasyonun emperyalizmi içten zorlamamasına dikkat edildi. Ancak eski uzlaşma emek aleyhine bozuldu. 1995'te Fransa'da yaşananlar bunu bütün çıplaklığıyla gösterdi.

Yeni ekonomik politika, emperyalist merkezlerde 'refah devleti'nin aşılmasını öngörüyordu. Sosyal amaçlı harcamalar kısılacak, ücretler düşürülecek, devlet ekonomiden elini çekecek, bütçe denkliği sağlanacak, sermayeden alınan vergiler düşürülecek, dar gelirli toplum kesimlerine ve tarıma yönelik sübvansiyonlar kalkacak, KİT'ler özelleştirilecek, korumacılığa son verilecek, ihracat teşvik edilecek, yabancı sermayeye daha büyük kolaylıklar ve olanaklar sağlanacak. Tüm bunların gerçekleşmesi için de işçi örgütleri ve sendikalar ve duyarlı tüm kurumlar etkisizleştirilecektir. Konsept özetle böyledir.

Sömürgelerde de 'kalkınmacı devlet modeli' terk ediliyordu. Kaynak sorununun çözümü için de 'kaydırma ve parçalama' denilen yöntem ile bazı üretim birimlerinin üçüncü dünyanın ucuz işçi cennetlerine aktarılması önemli bir rahatlama sağlayabilirdi. Bu amaçla çevre kirlenmesine neden olan, yoğun emek gerektiren bazı sanayi dalları yeni sömürgelere kaydırıldı. Böylece hem aşınmış sanayinin verimlilik ömrü uzatılmış oluyor, hem de sömürgelerin yoğun emek sömürüsü sayesinde kaynak transferi derinleştiriliyordu. Bunun için Güney Amerika, Uzak Asya başta olmak üzere 60'tan fazla ülkeye 'Dışa Dönük Büyüme Modeli' uygulandı. Batı finans kurumlarını kurtarmak için IMF ve Dünya Bankası eliyle sömürgelere 'istikrar' ve 'yapısal uyum programı' dikte ediliyordu. Bu, işbirlikçi sömürge yönetimleri için bir 'kurtuluş' olduğundan, isteyerek benimsenmişti. Amaç, daralan Batı pazarından pay almak isteyen sömürgeler arasında rekabeti ve ihracat ürünlerini artırmaktı. Bir diğer amaç, borç ödemelerini teminat altına almak ve aynı zamanda sürekli borçlandırmaktı. Tabii çok-uluslu şirketlerin ve bankaların hareket alanlarını genişletmek ve yayılmalarının önündeki engelleri kaldırmak esastı. Bu ekonomik politika, aşırı baskıcı siyasal yöntemleri kaçınılmaz kılıyordu.

Dünya Ticaret Örgütü (WTO), uluslararası bankalar ve şirketler yararına dünya ticaretini düzenliyor; IMF ve Dünya Bankası ile işbirliği içinde ulusal ticaret politikalarını gözetim altında tutuyordu. Bağımsız devletlerin çoğu IMF ve Dünya Bankası'nın boyunduruğuna alındı. Gerçekten de 'IMF, insanoğlunun 20. yüzyıldaki en büyük trajedisi, kölelik boyunduruğudur.' Trans nasyonal dev tekeller, dünyayı bir ağ gibi sarmışlardı. Kar hesaplarını küresel planda düşünüp planlıyorlardı. Dolayısıyla, ürünün ne kadarının ve hangi parçanın nerede üretileceği, emeğin kalifiye düzeyi, vergi oranları ve mevzuatı, pazara yakınlık, çevre sorunlarına duyarlılık vb. etkenler, malın üretileceği ülkeyi belirlemede ölçü alınıyordu. Ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, üretim tekniğinde büyük ilerlemeler, sermaye ve malların dolaşımını sınırlayan geçmiş engellerin ortadan kalkması, trans nasyonal şirketlerin küresel hareketini hızlandırıyordu.

'Sosyalist blok'un beklenenden hızlı bir çöküşü 1980'lerin sonunda küresel kapitalizmin şaha kalkmasını sağlayan bir gelişme oldu. Sovyetler Birliği başta olmak üzere, dünyanın büyük bir bölümünde 'duvarlar yıkılmış', kapitalist sermayenin önündeki setler ortadan kalkmıştı. Reel sosyalizmin dağılışı, neo-liberal ekonomik politikanın dünya çapında bir pervasızlıkla yayılma ve yerleşmesinde, belirleyiciliğe yakın bir faktör oldu. Eski sosyalist ülke topraklarına neo-liberal yönelim '90'lardan itibaren derinleşerek sürdürüldü. '90'larla başlayan Yeni Dünya Düzeni (YDD), bu ekonomi üzerine inşa edildi. Gümrük Tarifeleri Dünya Yasası (GATT), 2006'da gümrük duvarlarının yüzde 3'e indirilmesini daha o yıllarda öngörüyordu. Yalnız başına MAI bile burjuvazinin 'dünya pazarı' düşünün en önemli belgesidir. Dev tekellerin hiyerarşik despotizmi altında bir dünya pazarı. Telekomünikasyon ağıyla örülmüş bu dev pazar, uçurum düzeyinde eşitsizlik ve dengesizlikler üzerine kuruldu.

1970'lerin ortalarından itibaren bu güne dek genişleyen finans pazarı, kontrolsüz bir finans hâkimiyetine dönüşmüş durumdadır. Bunun en önemli nedeni, büyük sanayi tekellerinin karlarını yeniden yatırıma yöneltmemeleri ve kaynaklarını finans sektöründe değerlendirmek istemeleridir. Neo-liberalizm kitlelerin alım gücünün düşmesini, pazarın daralmasını, kar oranlarının düşüşünü, finans pazarının büyümesini hızlandırdı.

Yerleşik toplumsal değerler, kültürler, gelenekler ve siyasal yapıların direnci kırılarak, üstten dayatmayla yapılmak istenen düzenlemenin sürekli istikrarsızlık doğurduğu görülmektedir. Her yerde, ekonomi, rantiye sermayesinin egemenliği altına girdi ve üretici temeller aşındı. Gündelik borsa işlemlerinde dönen ve her geçen gün büyüyen devasa mali sermayenin yüzde 95'i spekülasyon amacıyla kullanılıyor. Yani sadece yüzde 5'i üretimle direkt ilgilidir. Bunun adı kelimenin tam anlamıyla 'Kumar Ekonomisi'dir. Dünyamız dayanılmaz bir çürüme içinde. Açlık, işsizlik, ekonomik ve siyasi nedenlere dayalı göç, bozulan gelir dağılımı, üretimsizlik, ekolojik tahribat ve özellikle de küresel ısınma sistemin her gün derinleştirdiği insanlık sorunlarıdır.

1980'lerde başlayan 'daha az devlet, daha çok teşebbüs' ilkesi, özü itibariyle sermayeye gerekli alanı açmayı hedefliyordu. Kapitalist ulus-devletin işlevinin bu küreselleşmeye hizmet olduğu bir gerçektir; buna karşın krizin en önemli ayaklarından birinin ulus-devlete dayalı, sosyo-ekonomik, politik yapılanma olduğu da en az o kadar gerçektir. Küreselleşen mali oligarşi, yeni bir üst-yapı organisazyonuna ihtiyaç duymaktadır. Zira sermaye güvenliğe, savunmaya ihtiyaç duymaktadır, ayrıca küresel ölçekte örgütlenen sermayenin ulus devletleri aşan sorunlarına çözüm üretecek yeni mekanizmalara gereksinimi vardır. BM 20. yüzyıl sisteminin eseri bir oluşumdur ve işlevsizdir. Dünya ticaret örgütü ve uluslararası Para Fonu gibi ABD'nin güdümündeki kurumlar ise bu rolü oynamaktan uzaktır. Tartışma konusu örgütün bir tür küresel devlet olması olasılık dışıdır. Tüm dünyayı istila etmiş bir çağdaş Roma imparatorluğu tasavvur edebiliyor musunuz? Demokratik değerlerin, birey ve kolektif hak ve özgürlüklerin, kadın özgürlüğünün, ekolojik dengeyi koruma refleksinin yükselen değer olduğu çağımızda bu olasılık mümkün mü?

Dolayısıyla IMF, G–8 ve Dünya Ticaret Örgütü'nün tüm çabalarına rağmen, küresel pazar mantığına uygun bir 'dünya devleti' oluşturulabilmiş değil. Günümüz küresel ekonomisini vahşi bir gelişmeye mahkûm eden nedenlerden biri de bu yapısal çarpıklıktır. Dolayısıyla ulus-devlet, kapitalizm için merkezi bir rol oynamaya devam ediyor. ABD, tartışmalı hale gelse de, emperyalist şef olma misyonu ile bu açığı kapatmaya çalışıyor. AB, ulus devletleri aşan, çağın gelişim yasallığına daha yatkın bir 'model' gibi duruyor.

Emperyalist ülkelerde de, geri kalmış ülkelerde de ulus-devlet bunalımı yaşanmaktadır. Bunalımın özü; ulus-devletlerin ve devletlerarası ilişkilerin aşınmasından, toplumsal ve bireysel gelişmenin vardığı düzeyle, kapitalizmin sistem olarak buna yanıt olamamasından ve bu gelişmeyi engelleyen niteliğinden kaynaklanıyor.

Yerel kültürlerin, değerlerin küreselleşmesi yani küresel ortak kültürel değerlerin oluşması bir süreçtir; bu süreçte kırılmalar, değer yitimleri, sancılar kaçınılmazdır. Ve ileriye dönük olanın, evrensel, insan doğasına yatkın olanın öne çıkacağı açıktır. Oluşacak birlikler ya da ileride söz konusu birliklerin yakınlaşması, iç içe geçmesi ve bütünleşmesi sonucu şekillenecek olan yeni sistemler, artık yeni bir niteliktir. İşte bu demokratik birleşik siyasi yapılara konfederasyon diyoruz.

Ulusal, yerel kültür ve yapıların birleşmesi basit birer ortaklık ya da siyasi birlik olarak ele alınırsa yanılgıya düşülür. Bu bakımdan AB politik ve ekonomik yönü on planda olan ve daha çok gücü, egemenliği elinde bulunduran kesimlerce yürütüldüğünden bir model olmanın ötesinde ilerlemenin yönünü göstermesi bakımından bir örnek olarak incelenebilir. Biz ulusların, yerel yapıların iç içe geçişinden, karşılıklı etkileşiminden, yakınlaşmalarından ve ortak değerlerini çoğaltmak suretiyle kaynaşmalarından söz ediyoruz. Halkların seçeneğinden yani... Toplumun tüm kesimlerinin, yaşamın bütün parametrelerine iradeleriyle katıldıkları, kendilerini ilgilendirdiği oranda, her karar sürecine katıldıkları demokratik toplumun siyasi çerçevesine konfederasyon diyebiliriz. Demokratik değerlerde ilerleme, çağın özelliklerinin şekillendireceği yeni bir üst-yapı kurumu oluşacaktır. Tek sınıfın tamamen egemen olmadığı, sınıf ilişki ve çatışmalarının toplumsal kaosa yol açmadan, toplumsal gelişmeyi hızlandıracağı bir koordinasyon kurumu...

Giderek daha fazla tabana yayılan, egemenliğin halka dayanacağı, konfederasyon yapılanması yaygınlaşacaktır. Demokratik konfederalizm dediğimiz model, 21. yüzyılda evrenselleşecektir.


N.Mehmet Güler

Hiç yorum yok: