22 Şubat 2010 Pazartesi

Bilim-İktidar ve Bilim-Sermaye İlişkisi Üzerine -4

“Hakikat arayışı ‘ŞİRKET’ olarak da değerlendirebileceğimiz sermaye-bilim-iktidar üçgeninde somutlaşan oyunun adıdır. Bu oyunun dışında her hakikat arayışı ya sistemin düşmanıdır,

“Hakikat arayışı ‘ŞİRKET’ olarak da değerlendirebileceğimiz sermaye-bilim-iktidar üçgeninde somutlaşan oyunun adıdır. Bu oyunun dışında her hakikat arayışı ya sistemin düşmanıdır, yok edilir ya da içlerine çekilerek eritilmeye çalışılır.” (Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu)



Bilimsel bilgilerin çalışma hayatında kullanılıyor olmasının yarattığı etkinlik ve verimlilik, bir taraftan üretim güçlerinin iktidarını artırırken, diğer yandan da sermayeye bağlı yönetim mekanizmasının örgüt içerisindeki konumunu daha fazla tahkim etmektedir. Bilimsel bilginin yarattığı iktidar dalgasından en fazla yararlananlar arasında ekonomik faaliyetleri yürüten şirket ve organizasyonlar olduğu gibi , bundan sonra bilimin nimetlerinden yararlanan ikinci önemli aktör 19. yy başlarından itibaren giderek büyüyen ve güçlenen ekonomik iktidar öbeklerinin hakimiyeti altına, hiç olmazsa denetimi altına giren merkezi devletlerdir. Geniş toplumsal kesimlere karşı görünüşte yapılmıyor olarak gösterilse de, şirketlere ve ekonomik organizasyonlara yönelik, asayiş ve güvenlik başta olmak üzere, idari, mali, eğitim, öğretim faaliyetlerine dair ihtiyaçlarının büyük bir kısmı merkezi devlet tarafından üstlenilmiştir. Başta İngiltere, Felemenk ve ABD gibi büyük şirketlere sahip ülkeler, dünya üzerindeki küresel sömürge imparatorluklarının sonucunda kurulmuşlardır.



“Bilimi aşırı disiplinleştirerek iç bütünlüğünü ve anlam gücünü parçalamak, fili kıllarıyla, ormanı ağaçlarla izah etmektir. Aşırı parçalanan bilim hem kolay iktidara bağlanır hem de teknolojiye dönüşüp karlı bir alan haline getirilir. Artık bilmenin amacı hayatın asıl anlamını keşfetmek değil, para kazanmaktır. Bilim-bilge çizgisinden bilim-güç-para çizgisine geçilmiştir. Bilim-iktidar-para (sermaye) modernitenin yeni kutsal ittifakıdır.” (Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu)



Bilimsel bilginin, pratikten teoriye; teoriden pratiğe katkı sağlama şeklindeki helezonik gelişme modeli sonucunda, her çağda itici bir güç olup, kendinden önceki döneme göre daha büyük bir iktidar yarattığı bilinmektedir. Ancak, bilimin yol açtığı güç ve iktidar konusunda 19.yy’dan sonra başlayan sosyal bilimler alanındaki bilimsel gelişmelerin yarattığı katkının miktarı ve derecesinde de, önceki zaman dilimlerine göre giderek artan bir eğilime sahip olduğu apaçık görülmektedir. Doğa bilimlerindeki artışların pratiğe uygulanmasıyla teknolojik gelişme büyük bir ivme kazanırken, teknolojik gelişme ve destekleyici faktörlerle birlikte, ekonomik faaliyetlerde de çok büyük bir kar ve sermaye artışı ortaya çıkmıştır. Buna karşılık 19. yy itibarıyla sosyal bilimlerdeki gelişmenin ortaya çıkardığı bilimsel bilginin pratiğe uygulanması sonucunda, başta devlet olmak üzere, ekonomik kaynakların işleticisi şirketlerin yönetim ve organizasyonlarında dev adımlar atılmaya başlanmıştır. Bilimsel faaliyetlerin gelişiminin yarattığı katma değerden, bütün toplumsal sınıflar ile her çeşit toplum, piyasa ekonomisi imkanlarının ölçüsünde yararlanıyor olmakla birlikte, gerçekte bilimsel araştırmaların sonuçlarından en fazla sermaye sınıfına dayanan toplumlar ile her türlü yönetici sınıf yararlanmıştır. Bu anlamda ‘bilgi çağı’ ve ‘bilgi toplumunun’ güç ve iktidar merkezi, büyük ölçüde ‘bilgi yöneticisi’ ‘şirket’ ve ‘devlet’ ittifakıdır. Bu ittifakın temsil ettiği güç ve iktidarın toplumsal süreçler üzerindeki etkileri, hangi rejim olursa olsun giderek yoğunlaşmaktadır. Kapitalizm ile ittifak halinde gelişen devlet aygıtı, devlet başkanlığı, hükümet ve yürütme erkinin aracı olan iradeyi, silahlı kuvvetleri, adaleti, mahkemeleri ve eğitim-öğretim süreçleri gibi birimleri ile çoğunlukla egemen sınıfın çıkarlarını ve iradesini temsil etmektedir. Bilimin kazandırdığı teknolojinin imkanlarıyla oluşan yeni güç ittifakından sermaye sınıfının ve onların şirketleri, toplumsal süreçlerin temel eğitim ve iletişim kanallarını denetim altına alırken; devlet ise büyük bir askeri güç ve organizasyon ile çeşitli eğitim ve öğretim faaliyetleri üzerinde bu güç dalgasının etkilerini bir şekilde yansıtmaktadır. Çünkü kapitalizmin bilim yoluyla elde ettiği kazancın, kendi ekonomik değerinden çok daha fazla mali, idari, siyasi ve kültürel bir güce dönüşmesi ancak devlet ile özdeşleşmesiyle mümkün olmaktadır.



İktidarın bilim üzerindeki etkileri



Bilimin yarattığı araçlardan yararlanmak suretiyle her iktidarın, kendi gücünü tahkim etme ve pekiştirme imkan vardır. Tarihsel süreç içerisinde, çeşitli iktidar mensupları ile egemen sınıflar, kendi çıkar ve egemenliklerini sürdürmede bilimi bir araç olarak kullanmışlar ve bilimsel faaliyet sonuçlarını kendi lehlerine istismar etmişlerdir. Ayrıca, bilimin özgün ve özgür çalışmalarla gerçekleşen bir süreç olmasına rağmen, hem tarihte hem de günümüzde bir takım inanç grupları ve çeşitli totaliter sistemler (faşizm, nazizm, komünizm, kapitalizm, liberalizm ve teokrasi gibi) insanların ve toplulukların özgünlük ve özgürlüğünü kısıtlayıp, denetim altına alma yoluyla kendi ideolojilerini yayma ve yerleştirme amacını gütmektedirler. Dolayısıyla da bu amaçların gerçekleşmesinde bir araç veya amaçlarının gerçekleşememesinde bir engel olarak gördükleri bilim insanları üzerinde çok ciddi baskı ve zorlamalara başvurmaktadırlar. Ancak, kapitalizmin bilimle ilişkisi, önceki ve sonraki zamanların yer yer gözüken bilim istismarlarına göre, çok daha geniş kapsamlı ve karmaşık bir durum arz etmektedir.



Kapitalizmin, özellikle ‘küreselleşme’ adı verilen bir boyuta ulaşmasında, objektif bilimsel faaliyet sonuçlarından etkili ve başarılı bir şekilde yararlanıyor olmasının yanında, bu ölçekte bir etkinliğe ulaşmasında bir kısım ‘bilimsel faaliyetleri’ kendi ideolojik ilke ve hedeflerinin gerçekleşmesinde birer ‘ ideolojik aygıt’ gibi kullanmasının da önemli bir payı olduğu görülmektedir. Kapitalizmin ideolojik hedeflerine ulaşmasında, bilimsel bulgular yanında bir kısım sosyal bilim disiplinlerinin yanılsatıcı ve büyüleyici manipülasyonları da çok etkili rol oynamıştır. Anthony Giddens, temelinde ‘akılcılaştırmacı’ ve ‘dünyevileştirmeci’ Pozitivist bilim anlayışı olan modernliğin, sanayicilik, kapitalizm, savaşın endüstrileşmesi ve yaşanılan hayatın tüm yönlerinin denetimi şeklinde dört önemli boyuttan meydana geldiğini iddia etmektedir. Ayrıca, böyle bir modernlik anlayışının, bütün dünyayı dünyasal bir askeri düzene götürdüğünü ifade ederek, bütün bu oluşumların da denetim sistemlerini merkezileştiren zengin ülkelerin devletlerinin yardımıyla sürekli bir küreselleşmeye yol açmakta olduğunu eklemektedir. Kuşatıcı, akıllaştırıcı ve modernleştirici süreçler, önünde sonunda, gücü ve iktidarı denetiminde tutan kapitalist seçkinlerin, ticaret ve işletmelerin örgütlenmesi ve sömürgecilik yoluyla dünyanın geri kalanı üzerinde büyük bir egemenlik tesis etmelerini kışkırtmaktadır. Modernliğin, genellikle kapitalizmin himayesindeki pozitivist bilim yaklaşımına dair araştırma yöntem ve tekniklerine dayalı olarak elde ettiği bilimsel bilgiler, esas itibarıyla ‘bilinmeyeni bilmek ve tanımak’ amacının dışında, güçlü ve egemen sınıf ve toplumların, diğer sınıf ve toplumlar üzerindeki tahakküm aracına dönüşmektedir. Kapitalizmin, bilimsel faaliyetlerin sonuçlarından objektif olarak yararlanarak büyük bir ekonomik iktidar yaratmasına karşılık ‘her iktidar kendi bilgisini üretir’ mantıksal çıkarımından hareketle bu iktidarın kendini yaratan ‘bilimi’ de birer iktidar aracı olarak kullanmaya başladığı 20. yy boyunca bilimsel bulgular ile savaşlar arasındaki ilişkilere bakılarak açık bir şekilde görülebilir.



“Bilimsel yöntemde ‘nesnellik’ kavramını yeniden ve çok derinlikli olarak yorumlamak gerekir. Analitik düşünce dışında, insan bedeni de dahil, tüm doğanın (canlı ve cansız) nesne olarak tanımlanması, esasta kapitalizmin doğayı ve toplumu sömürüsünde ve tahakküm altına almasında kilit bir işleve sahiptir. Özne ve nesne ayrımını derinleştirmeden ve büyük bir meşruiyete kavuşturmadan, yeniçağa ilişkin zihniyet dönüşümü sağlanamaz.” (Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu)



Bilimsel faaliyetlerin, özellikle I. Dünya savaşı ile II. Dünya savaşından sonraki dönemlerde artan bir eğilimle kapitalist sistemin himayesine ve yönlendirmesine doğru yöneldiği görülmektedir. 19. yy Avrupa merkezli klasik dönemdeki ilerlemeci düşünce sistemi yalnızca Batı’nın mevcut gelişmişliğini sorun ediyor, Batı dışı topluluklar açısından mevcut statülerinin dışında başka bir rol öngörmüyorlardı. Oysa, II. Dünya savaşı sonrasında kapitalizmin merkez üssünün Amerika’ya kaymasıyla birlikte, Batı dışı toplumların da mevcut sömürge statülerinin daha bağımlı bir hale getirilmesi maksadına uygun olarak onların da geliştirilebileceği yönünde iddialı tezlere ortaya atıldı. Bu çerçevede, özellikle II. Dünya savaşı sonrasında Batı dışı dünyanın, ABD merkezli Batı’ya eklemlenecek tarzda geliştirilmesine dair ‘bilgi üretimine’ hız kazandırıldı. Savaş sonrasında, her yönüyle Amerikan merkezli Batı çıkarları etrafında örgütlenen uluslar arası kuruluşların, görünürdeki hedefleri ne olursa olsun gerçek ve gizli niyetleri azgelişmiş toplumların ‘geliştirilmesi’ problemine dair yoğun çaba göstermeleridir. Savaş sonrasında, Batı sosyal bilimleri içinde azgelişmiş toplumlarla ilgili sorunsalın büyük bir yere sahip olmasının asıl nedeni de bunlar için üretilen ‘bilimsel bilgiler’ yoluyla onların uygun sömürgeler haline getirilmesi niyetiydi. Böylece, sosyal bilimler alanında, modern bilgi üretiminde klasikleşmiş bir tarz olan disiplinler uzmanlaşmaya ek olarak, disiplinler arası yaklaşım ile ‘bilgesel araştırmalar’ şeklinde yeni çalışma alanları ortaya çıkmıştır. ‘Bölgesel araştırmalar’ aslında, kapitalizmin himayesinde ‘bilginin’ siyasileşmesi ve ideolojik bir tarza bürünmesinde önemli bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Bölge araştırmalarının kökenindeki siyasi motivasyon çok açıktır. ABD, kazandığı dünya çapındaki yeni ideolojik rol bağlamında özellikle ABD çıkarları bakımından etkili olabilme potansiyeline sahip olan farklı bölgelerin, güncel gerçekleri hakkında bilgiye ve uzmana daha fazla ihtiyaç duymuştur.



Kapitalist ideoloji ile bilimsel faaliyetler arasındaki sınırların giderek aradan kalkmasıyla özellikle ticari, ekonomik, sosyal ve kültürel süreçler ile ilgili bilimsel disiplinlerde bilimin olmazsa olmaz şartlarından biri olan objektiflik kriterinde çok büyük sapmalar meydana gelmeye başlamıştır. Modern bilimin özünde, objektiflik ilkesi vardır ve bu ilke gereği tek tek bilim insanları bakımından, kişisel inanç ile ideolojik tercih ve eğilimlerinin reddedilmesi söz konusudur. Ancak, kapitalizmin bilimsel faaliyetlerle aşırı içli-dışlı olması, hatta bilimin kapitalizme ‘iç güvey’ olması, bilimin giderek ideolojikleşmesi durumunu yaratmıştır. Bu bağlamda, günümüzde bilim öylesine standartlaşmış ve tek tip ölçülere indirgenmiştir ki, bilim insanlarına düşen sadece onları onaylamak ve uygulamak zorunda kalmaktır. Kapitalizm ile bilgi arasındaki geleneksel bilgi-iktidar ilişkilerinin dayandığı karşılıklı etkileşimin, aşırı güç farklılığından dolayı bilimin, kapitalizmin bir aracı durumuna doğru indirgenmesinde en etkili olan nedenlerden birisi, bilimsel araştırmalar ve incelemeler ile ekonomik temelli projelerin büyük miktarda paralarla fonlanmasıdır. II. Dünya savaşı sonrasındaki Amerikan merkezli Batı’nın sahip olduğu dev şirketlerin teknoloji, üretim ve yönetim süreçleri, Pazar ve ürüne yönelik yenilik politikaları için harcadıkları büyük fonlar ile zengin ülkelerin ulus-devlet stratejilerinin büyük ölçüde askeri organizasyonlara dayalı olmasından kaynaklanan AR-GE çalışmaları yüzünden ‘bilgi’ ile ‘kapital’ birbiri ile daha fazla özdeşleşmeye başlamıştır.



Sonuç



“Uygarlık toplumu gerek kendi içinde, gerek farklı uygarlıklar arasında esas olarak çatışma üreten bir yapılanmadır. Bu yapılanmanın üretildiği anlam ve amacı, dayandığı sınıflaştırma, bunun için baskı, istismar, sürekli yanıltma ve perdeleme gerçekliği, neden sürekli çatışma üreten karakterde olduğunu açıklamaktadır. İktidar ve sınıflaşmanın kendisi çatışmadır. Bunun içte ve dışa karşı cereyan etmesi özünü değiştirmemektedir. Uygarlıkları vasıflandırarak da özünü değiştirmek, farklı özdeymiş gibi yansıtmak gerçekçi görünmüyor. Savaşçı-barışçı, tek tanrılı-çok tanrılı, verimli-verimsiz, kültürlü-cahil, aynı kavimden-farklı kavimlerden oluşları özselliklerini değiştirmez. Yönlendirici gücü dünyanın tamamını fethedinceye kadar kendini görevli sayar. Cihan gücü olmak bünyesel bir hastalıktır; iktidar kaynaklıdır. Genişlemesi durduğu an gerilemeye başlar. Bunun sonu normale çekilmek değil, yıkılıştır. Çünkü tüm iktidar sistemlerinin normali yoktur.” (Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu)



Evrensel/tikel diyalektik, analitik olarak düşünülmeyip söylem düzeyinde ele alındığı sürece, bilginin evrensel veya tarihsel karşıtlığı içinde ele alınması durumunda ya diyalektiğin bir tarafını ya da öbür tarafını vurgulayan yaklaşımlar, yeni çözümsüzlükler, yeni tahakküm biçimleri, iktidarı meşrulaştırma tarzları üreteceklerdir. Bu diyalektik içerisinde kalındıkça, sanki düşünceler olgulardan, bu dünyadan ayrı onları dile getirenlerde peygambermiş gibi görülmekte; diyalektiğin diğer tarafından bakıldığında ise, düşünce bir kez dile getirildikten sonra zaman ve mekandan, onu üreten insandan bağımsız bir evrensellik taşımıyormuş gibi görülmektedir. Oysa, her türlü bilgi bir şekilde iktidarla ilişkili değil, iktidar kavramına içkindir. Kavramlar, yaşamın üretildiği maddi yaşam koşullarından kopmamalıdır.



Bilim gelmiş-geçmiş bütün uygarlıklar üzerinden günümüze kadar, insan hayatına çok önemli katkılar yapmıştır. Diğer canlıların, sadece genetik yapılarına bağlı olarak yaşamaları, onların yaşam biçimlerinde yeni bir artı getirmemiştir. İnsanlar ise ‘bilgilenmeye’ bağlı kültür süreçleri sayesinde, yeryüzünde görünmeye başladıkları zamandan bu zamana kadar çok ciddi bir birikim yaratmışlardır. Bu birikimin oluşumunda, birçok bilgi kaynağının ( vahiy, bilim, inanç, sanat, felsefe, ahlak, gündelik-teknik bilgiler ile yararlanabilir popüler bilgiler vb.) içerisinde en somut ve yaygın katkıyı sağlayan hiç şüphesiz bilimsel bilgidir. Bilimin, üretken ve yaratıcı nitelikteki kültürel ürünler ortaya koyması, kendi çalışma alanı içerisindeki doğruya ve gerçekliğe dayanmasına bağlıdır. Bir anlamda, bilimsel bilgi doğadaki ve toplumdaki doğru ve gerçekliği tespit ettiği ölçüde insanların çoğunluğu için yararlanılabilir kültür yaratma potansiyeline sahip olmaktadır. Bilimin, belirli bir inancın, ideolojinin veya otoritenin güdümünde olması, bilimin özündeki ‘objektifliği’ ortadan kaldırdığı gibi böyle bir durum bilimin sonuçlarından insanların çoğunun yararlanabilme potansiyelini de azaltmaktadır. Ayrıca, tarihsel süreç içerisinde, görülmüştür ki belirli bir otoritenin emrindeki bilimin yıkıcı ve tahripkar yönü, iyileştirici ve yapıcı niteliklerinden daha fazla olmaktadır.



Bilimsel bilgi ve faaliyetlerin getirileri ve katkılarıyla ortaya çıkan uygarlık gücünden, her toplum, her inanç grubu, her ideolojik akım, her sosyal sınıf, imkanları ve kapasiteleri ölçüsünde yararlanmıştır. Ancak, bilimsel faaliyetlerle elde edilen teknolojik donanım ile sosyal organizasyon ve benzer yapılanmalardan en ‘karlı’ çıkan kesim, kapitalist çevreler ve çoğunlukla bu kesimin işbirlikçisi gibi hareket eden yönetici sınıf olmuştur. Hatta, kapitalizm ‘bilimin’ yarattığı gücü ve iktidarı kullanmak suretiyle sermaye sahipleri ve müttefiki yönetici sınıfın çıkarlarını ‘evrenselleşme’ büyüsü altında ‘küreselleştirmeyi’ bütün dünyaya dayatma eylemini sürdürmektedir. Kapitalizmin gücünü aşırı bir şekilde arttırmasıyla birlikte, ne yazık ki iktisat-işletme ve yönetim bilim dalları, niyetleri ne kadar iyi olursa olsun, kapitalizmin güdümünde kalmıştır. Kapitalizm ile birlikte ‘küreselleştirme’ sürecine katılan merkezi devletlerin aşırı müdahaleci tavırlarının etkisiyle toplumsal ve bireysel süreçleri inceleyen davranış bilimleri, psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ve halkla ilişkiler gibi disiplinler de bu yöndeki ideolojik dalgaların etkisi altında kalmaktadır. Bilimin, bilim olma ‘şeref’ ve ‘haysiyeti’ sonuçlarından, güçlü-zayıf, zengin-fakir ya da başkaca bir ‘ayrım’ olmaksızın bütün insanlık için yararlanabilir ve kullanılabilir olmasıdır. Büyük ölçüde bütün dünyayı saran şiddet dalgasına karşı en önemli tedbirlerden biri de, her tür sorunun çözümünde ‘insanlık’ ülküsüne dayalı bilimsel bilgileri kullanmaktır. Bu anlamda, özellikle sosyal bilimlerin, başta kapitalizm olmak üzere her türlü otorite ve iktidar ayartıcı ya da baskıcı etkilerinden arındırılması bir zorunluluktur.



Ali Rızgar

Hiç yorum yok: