22 Şubat 2010 Pazartesi

1921 Anayasasının Güncellenmesi ve Toplumsal Uzlaşı


Türk devletinin yaşadığı yapısal kriz her geçen gün biraz daha derinleşmektedir. Ulus devlet kurumlaşmasında alabildiğine diretmesi ve bakış açısının eksenine ulus devlet olgusunu yerleştirmesi yapısal krizin en temel nedeni durumundadır. Türk devleti on yıllardır sistemsel düzeyde çok ağır tahribatlar, toplumsal travmalar ve toplumsal kimliklerle çatışmalı durumu yaşamasına rağmen, hala tek tipçi zihniyete dayalı ulus-devlet yapılanmasında diretmesi, sahip olduğu sorunları giderek daha fazla ağırlaştırmaktadır.
Türk devlet sisteminin sahip olduğu yapısal kaos giderek paradoksal bir özellik kazanırken, özgürlük ve demokrasi alanını da aynı düzeyde daraltmıştır. Tek tipçi zihniyet, anlayış, düşünce ve bakış açısının somutlaştırdığı inkar ve imha politikası, Kürt halkı başta olmak üzere, Türkiye’de yaşayan tüm etnik gruplar üzerinde temel bir siyaset olarak yürütülmüştür.
Kürt halkı Türkiye Cumhuriyetinin asli kurucu üyelerinden biri olmasına rağmen, sonradan inkar edilmesinden kaynaklı geliştirdiği direniş ve ardından imhaya tabi tutulması, onarılması güç sorunların doğmasına yol açmıştır. Kürt halkının PKK önderliğinde son 30 yılda cumhuriyetin kuruluş sürecinde üstlendiği role uygun düşen ve gasp edilen toplumsal haklarını geri almak amacıyla direnişe geçmesi, Türk devletinin katı inkar ve imha politikasının artık geçerliliğini kaybettiğini göstermektedir.
Kürt Özgürlük Hareketinin geliştirdiği mücadelenin vardığı düzey, Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözümünü olanca ağırlığıyla dayatmaktadır. Kürt sorununun çözümünde çok farklı modeller tartışıladursun, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın da üzerinde durduğu 1921 anayasasının güncellenmesi en gerçekçi çözüm modeli konumunda bulunmaktadır. 1921 anayasası, dönemin koşulları da göz önünde bulundurularak incelenirse, çağına göre özgürlükçü anayasalarından biri olduğu görülecektir. Çünkü 1921 anayasası hazırlanmadan önce Osmanlı İmparatorluğu çok zorlu dönemeçlerden geçerek varlığını Kürt ve Türk halkının birlikte yürüttükleri mücadele sonucunda kurdukları Türkiye Cumhuriyeti ile somut bir devlet modeli ile yürütmekteydi. İki halkın kurucu öğe olarak anlama kavuşturdukları Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk kuruluş aşamasında hazırlanan anayasa Türkiye’de yaşayan bütün etnik kimlikleri kucaklayan bir nitelik kazanmıştı.
Aslında Türkiye Cumhuriyetinin mirasını devraldığı Osmanlığı İmparatorluğu sürecinde de çok katı inkar-imha ve asimilasyon politikası yürütülmemişti. Bazı süreçlerde Kürtlere dönük baskılar olsa da genel yaklaşım Kürtlerin özerkliğine saygıyı içeriyordu. Çünkü Türklerin Anadolu’yu yurt edinme sürecinde Kürtlerin oldukça belirleyici rolü vardır. Alparslan ordularının Anadolu’ya girmesine neden olan meşhur 1071 Malazgirt Savaşının zaferle sonuçlanmasında Kürtler kilit bir rol oynamışlardır. Birçok tarihçinin üzerinde ortaklaştığı temel nokta Kürtlersiz 1071 Malazgirt savaşının başarıya ulaşamayabileceği yönündedir.
Osmanlı İmparatorluğu 1071 Malazgirt savaşında Kürtlerin oynadığı rolün farkında olmuş olacak ki, Kürtlerin toplumsal statüsüne sürekli saygılı davranmayı esaslı yaklaşım belirlemişlerdir. Osmanlı’nın, Kürtlerin özerk yapılanmasına saygılı yaklaşım gösterdiklerinin en somut ifadesi olan Yavuz Sultan Selim ve Kürt beyleri arasında imzalanan anlaşma bunun somut göstergesi durumundadır. 1514 yılında yapılan bu anlaşma resmi bir niteliğe sahip olup, anayasal güvence düzeyinde değerlendirilmektedir.
Bu anlaşmanın maddeleri şöyledir:
“1- Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerkliği korunacak.
2- Kürt emirliklerinde de yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yöntem yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak.
3- Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler.
4- Türkler de Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacaklar.
5- Kürtler devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler”.
Yavuz Sultan Selim ve Kürt beyleri adına Bitlis beylerinden İdris-i Bitlisi arasında yapılan bu anlaşma iki halkın ittifakını yeni koşullarda güncelleme anlamına geliyor. Sonrasında 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de 1514 yılında Yavuz Selim’in Kürtlerle imzaladığı anlaşmanın üzerinden anlama kavuşturulur.

1876 Tarihli Kanun-i Esasi ve Katılımcılık
      Osmanlı imparatorluğunun tekçi zihniyete dayalı merkezi bir yapılanma olmadığı 1876 Tarihli Kanun-i Esasi’nin birçok maddesinde görmek mümkündür. Kanun-i Esasi’de de oldukça açık görülecek üzere gevşek bir devlet yapılanması olduğu kadar, Osmanlı bünyesinde gevşek bağlarla birbirine bağlı olan hiçbir etnik grup inkar edilmemektedir. Çoğulculuk anlayışı önemli bir yer tutmaktadır.
       Kanun-i Esasi’nin 1. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nun çoklu anlayışına vurgu yapmaktadır. Osmanlının çok dinli, çok dilli, çok milletli toplumsal çoğulcu yapısını esas alan 1. madde önemli bir demokratik nitelik taşımaktadır. “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaatı hazırayı (yerleşik şehir ve memleketler)  ve eyaleti mümtazeyi (ayrıcalıklı eyaletler) muhtevi ve yek vücut olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmez”. Kanun-i Esasi’nin 1. maddesinde geçen “eyalet-i mümtaz (ayrıcalıklı eyaletler)” statüsü yerel özerkliği ifade ettiğinden Kürtleri yakından ilgilendirmektedir.
     1876 Tarihli Kanun-i Esasi yapılırken çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü anlayış mevcuttur. Burada Osmanlı Devleti’nde her “akvam” kavimler kendi dillerinde eğitim ve öğretim yapabilecekleri açık bir şekilde düzenlenmiş olup, resmi güvenceye kavuşturulmuştur.
      Aynı zamanda yerel özerklik de aynı biçimde resmi güvence altına alınmıştır. Çok milletli, çok dilli, çok dinli niteliği itibariyle her etnik grup kendi yönetim sahalarında anadilleriyle eğitim ve öğretimlerini yapabilecekleri gibi, basın-yayın organlarına da sahip olabilecekleri ifade edilmiştir. Bu durum ayrıntılı bir biçimde tanımlanmamış olsa da, devletin bu özerkliğe karışmaması veya karışma pozisyonunda bulunmaması nedeniyle önemli bir durumu ifade etmektedir. Çünkü her etnik kimlik her alanda kültürel kimliklerini serbestçe ifade edip geliştirme olanağına sahip olmaktadır.
      Kanun-i Esasi’nin bu olumlu yönünden kaynaklı Kürtler de Kürtçe edebi eserler kaleme alma olanağına sahip olmuş, Kürtçe gazete vb. çıkarabilmiş, sınırlı da olsa Kürtçe okuma-yazma çalışmalarını yürütmüşlerdir. Aynı şekilde siyasal alanda Heyet-i Mebusan’da her milliyet, din veya grup, kendi kimlikleri ve ulusal kıyafetleriyle siyasal temsilini bulma imkanına kavuşmuştur. Kanun-i Esasi Osmanlı Devleti’nin renkli, çoğulcu ve zengin toplumsal yapısını yansıtması bakımından önemli bir durumu yansıtmaktadır.

      1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (1921 Anayasasının) Kürtlerle İlişkisi

      1. Dünya savaşına giren Osmanlı devletinin yenilmesi ardından dağılma noktasına geldiği bilinmektedir. Dağılma noktasına gelen Osmanlı enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında Kürtlerin de çok büyük bedeller ve emekler verdiğine tarih tanıktır. Bu yönüyle Kürtler, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda asli bir öğe olarak yer aldığını belirtmiştik.
       30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinden sonra 1. Dünya Savaşı’nın galip devletleri, Osmanlının önemli bir kısmını işgal etmeye başladılar. İşgale karşı Kürdistan, Anadolu ve Rumeli’de direniş hareketleri başladı. Direniş hareketleri, örgütlü ve sistemli bir karaktere sahip olmaktan öte, kendiliğinden yerel düzeyle sınırlı kalmaktaydı. Yerel düzeyde dağınık ve örgütsüz bir özellikle yüklü olup, birbirinden kopuk ve dağınıktı. Mustafa Kemal özellikle Kürdistan’da yerel düzeyde Fransız ve İngiliz işgal kuvvetlerine karşı yürütülen isyanların sahip olduğu enerjinin farkında olmuş olacak ki, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a gitme kararı alır.
        Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan sonra, 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimini yayınlar. Tamim özetle işgal kuvvetlerinin işgalini kırmak ve halkı özgürlüğe kavuşturmak için mücadele etmek gerektiğini belirtir. Kürdistan’da, Fransız ve İngiliz işgal kuvvetlerine dönük geliştirilen yerel direnişlerin birleştirilmesi ile ortaya çıkacak örgütlü yapının zafer kazanacağının farkında olduğu için ilk kongreyi Kürdistan illerinden Erzurum’da yapmayı uygun görmüştür. Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919’dan 7 Ağustos 1919’a kadar devam ederek, Kongre sonunda bir “beyanname” yayınlanır. Ardından Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılmıştır. Her iki kongreye de önemli sayıda Kürt ileri gelenleri katılmıştır. Her iki kongreye de damgasını vuran yaklaşım işgal kuvvetlerine yönelik verilecek bağımsızlık savaşının Kürt ve Türk halklarının ortak vatanını kurma mücadelesi olacağı şeklindedir. Mustafa Kemal Erzurum ve Sivas Kongreleri ardından Kürdistan başta olmak üzere Anadolu ve kısmen Rumeli’de yerel düzeyde ve dağınık bir şekilde sürdürülen direnişleri örgütlü bir düzeyde birleşme çabalarına girişir.
        Bilindiği üzere esas olarak cumhuriyetin temelleri Erzurum ve Sivas Kongreleri ile atılmıştır. Anayasal nitelikteki belgeler olarak kabul edilen Erzurum ve Sivas Kongresi Belgeleri, Amasya Tamimi, Misak-ı Milli, 1.BMM Beyannamesi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na bakıldığında Kürtler, cumhuriyetin kuruluşunda kurucu üye olarak resmen kabul edildiği görülecektir. Kürtlerin kurucu üyelik rolü 1921 Anayasası ile parlamento ve yerel yönetimler düzeyinde devletin idari yapısına kadar yedirilmiştir.
      Mustafa Kemal ve kurmayları Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin ardından 18 Ekim 1919 günü Amasya’ya giderek Amasya Protokollerini imzalamışlardır. Beş protokolden oluşan Amasya Protokolleri aynı zamanda kurulacak cumhuriyetin sosyal ve siyasal sözleşmesi niteliğine sahiptir. 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde “Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklar”dan ortak vatan olarak söz edilmektedir. Devamla; “Kürtlerin etnik ve sosyal haklar bakımından da destekleneceği” belirtilmiştir. İmzalanan protokollerden sonra Mustafa Kemal, Amasya’dan Ankara’ya geçerken bir konuşma yapar. Mustafa Kemal bu konuşmada; “Silah bırakışmasının (Mondros Mütarekkesinin) yapıldığı gün ordularımız eylemli olarak sınırlarımızda egemen bulunuyorlardı. Bu sınır ordumuzca silahla savunulduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürtlerin oturduğu vatan parçamızı içerir.” demiştir. Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmada tarif ettiği ortak vatan sınırı 17 Şubat 1920 tarihinde Misak-ı Milli belgesi olarak onaylanmış ve basına duyurulmuştur.
         Mustafa Kemal bu süreçte mecliste yaptığı hemen bütün konuşmaları çoğulculuk anlayışı ekseninde yapmıştır. Türklüğü bir etnisite olarak ön plana çıkarmadığı gibi, tep tipçi zihniyete de kapılmamıştır. Özellikle meclis açılışında yaptığı konuşma çarpıcıdır. Misak-ı Milli sınırları için “kardeş milletlerin milli sınırı” ifadesini kullanması önemli bir durumu ifade etmektedir. Aynı konuşmasında devamla “bu sınır içinde Türk olduğu kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır.” demesi Kürtleri dıştalayıcı bir yaklaşıma sahip olmadığını göstermektedir. Mustafa Kemal meclis kürsüsünden 1 Mayıs 1920, 3 Temmuz 1920, 16 Ekim 1921 ve 1 Mart 1922 günü yaptığı konuşmalarda da aynı çerçeveyi tekrarlamıştır.

        Mustafa Kemal ve Kürt Realitesinin Tanınması
      
        Mustafa Kemal o dönemlerde Kürt realitesine resmi anayasal temelde yaklaşmıştır. Mustafa Kemal’in 27 Haziran 1920’de El Cezire Bölge Komutanı olan Nihat Paşa’ya gönderdiği talimatta Kürdistan politikasını belirlemiştir. Bu talimatta Kürtleri tanıdığını resmen belirtmiştir. Sözünü ettiğimiz talimat; Kürtleri asli kurucu öğe olarak tanımaktadır. Mustafa Kemal’in, El Cezire Bölge Komutanı olan Nihat Paşa’ya gönderdiği talimatta belirlenen maddeler şöyledir.
         1-Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu mahalli idareler kurulması, iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz ve hem dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız.
         2-Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre, Kürtlerin bu zamana kadar mahalli idareye ait teşkilatlarını tamamlamış reisleri ve ileri gelenleri bu amaç adına bizim adımıza tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini açıkladıkları zaman kendi kaderlerine sahip olduklarını, BMM idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’da bütün çalışmanın bu amaca dayanan siyasete yönelmesi, El Cezire Cephesi Komutanlığı’na aittir.
        3-Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla değiştirilemeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesine engel olmak, adım adım mahalli idareler kurulması sebeplerinin açıklanması ve böylece bize yürekten bağlanmalarını sağlamak, Kürt reislerini mülki ve askeri makamlarla görevlendirerek bize bağlanmalarını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur.
Görüldüğü gibi 1.BMM kurulmadan önce de, kurulduktan sonra da gerek Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmalar, gerekse de resmi belgelerle anayasal güvenceye kavuşturulan bir Kürt realitesi mevcuttur. Her ilden seçilen temsilciler Ankara’da toplanarak 23 Nisan 1920’de ilk Büyük Millet Meclisi toplantısını yaptıktan sonra 20 Ocak 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu kabul etmiştir. Dikkat edilirse 1.BMM isminde Türklük aidiyeti yoktur. İsminin Büyük Millet Meclisi olması, tanımlanmasında Türklük aidiyetinin olmaması, Türkiye’de yaşayan bütün etnik kimliklerin ve toplumsal grupların ortak meclisi olarak kurulduğunu göstermektedir.
1921 anayasası olarak kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 24 maddeden oluşuyor. Bazı kişi ve çevreler 24 maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bir anayasa olamayacağı, anayasa için çok dar kaldığı görüşünü savunuyorlar. Halbuki 24 maddeden de oluşsa devlet sistemi, yapılanması, hukuku, yönetim biçimi ve tanımlanması yapılmıştır. Kurucu meclis olan 1. BMM’nin kabul edip karar altına aldığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu bugün de Türkiye Cumhuriyeti devletinin kabul etmesi gereken bir anayasadır. Kurucu meclisin anayasa ile kabul ettiği gibi Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel asli kurucu öğelerinden biridir.
1921 Anayasasının kendi döneminde en özgürlükçü anayasalarından biri olduğunu belirtmiştik. 24 maddelik Anayasanın 14 maddesi yerinde yönetime (özerkliğe) ilişkindir. Anayasayı oluşturan maddelerin yarısından fazlasının yerinde yönetime ilişkin olması anayasanın demokratik niteliğini göstermektedir. Özgürlükçü olması çoğulcu ve yerel yönetimlere inisiyatif vermesinden kaynaklıdır. Kürt halkı başta olmak üzere hiçbir etnik yapının kültürel ve kimliğini yasaklama, daraltma ya da hakim kılma gibi bir özellikle yüklü değildir. Tekçi-faşizan zihniyeti egemen kılmaya çalışmamıştır. Bu durum 1921 Anayasası’nın 3. maddesinde oldukça net vurgulanmıştır. 3. madde “Türkiye devleti, BMM tarafından idare olunur” hükmüyle çoğulcu yapıyı işaret etmektedir. Zaten mecliste Kürdistan milletvekilleri sıfatıyla Kürtler resmen yer almışlardır. İnkar diye bir olgudan bahsetmek söz konusu değildir. Bizzat Mustafa Kemal tarafından yapılan bütün konuşmalarda Kürtlere muhtariyetten (özerklik) vurgu yapılmaktadır. Bu maddede ilan edilecek devletin Türk Devleti olması gerektiği yönünde yapılan ısrarlara rağmen, Mustafa Kemal başta olmak üzere birçok üye tarafından kabul görmeyerek Türkiye Devleti olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Osmanlı saltanatını kaldıran 30 Ekim 1922 tarihli Meclis Kararında da “Türkiye Hükûmeti”nden bahsedilmektedir. Dahası Hilâfet ile Saltanatı birbirinden ayıran 1-2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı Meclis Kararında daha ileriye gidilerek Türkiye halkından bahsedilmektedir.
      
Anayasanın diğer bir maddesi olan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” belirlemesi çoğulcu anlayışın demokratik düzeyini ifade etmektedir. “Halkın, mukedaratını bizzat ve bilfiil idare etmesi” gibi esasları içeren bu maddede de herhangi bir etnik gruba vurgu yapılmamaktadır. Türk ya da Türklük adına bir vurgu olmaması, çoğulcu anlayışını göstermektedir. Bahsi geçen “millet” kavramı Türkiye’de yaşayan bütün etnik grupların toplamı olarak kavramlaştırılmıştır.
1921 anayasasının 14 maddesinin yerel yönetimlerle ilgili olduğunu belirtmiştik. Bu maddeler yeni devlet yapılanmasının öz idareye dayalı geniş özerkliği tanıdığını göstermektedir. Yerinden yönetimin kanunlarla güvence altına alınması taban inisiyatifi ve taban demokrasisinin geliştirilmesinin öngörüldüğünü kanıtlamaktadır. Bu durum Türkiye’de yaşayan bütün halkların kimlik ve kültürlerinin anayasal güvenceye alındığını gösterdiği gibi, kendi kendini yönetmesinin, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, imar gibi temel işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesini vilayet şuralarına devredilmesi demektir. Merkezi devlet ise bu anayasa ile yalnızca iç ve dış siyaset, din, adliye, ordu ile ilgili genel konular ve uluslar arası ekonomik ilişkiler gibi yetkilerle sınırlı tutulmuştur. Görüldüğü gibi merkezi devlet sınırlı sayıda yetki ile donatılırken, toplumsal yaşamı ilgilendiren diğer tüm hususlar yerel yönetimlere devredilmiştir. “Yerel özerklik” 1921 anayasanın bel kemiğini oluşturmaktadır. Aynı zamanda adem-i merkeziyetçiliğe çok önem vererek, onu ön plana çıkarmaktadır.
Mustafa Kemal, Kürtlerden ve özerkliklerinden en son 17 Ocak 1923 tarihinde bahsetmiştir. Lozan’da Kürt meselesinin tartışıldığı sıralarda 17 Ocak 1923’te İzmit Basın Konferansı’nda gazeteci Ahmet Emin’in sorularına verdiği yanıtta özetle Kürtler için coğrafik bir sınırın çizilmesinin gerçekçi olmayacağını, Kürtlerin yoğunluklu bulundukları yerlerde yerel özerkliğin olacağını, BMM’nin hem Kürtler’in hem Türklerin yetkili vekillerinden oluştuğunu belirtir. Devamla Kürtler ve Türklerin bütün menfaatlerini ve kaderlerini ortak amaçlar için birleştirdiklerini ifade etmiştir.

Kürt İnkarında İlk Basamak Lozan Anlaşması

1921 anayasasının demokratik içeriği güçlüdür. Tüm etnik ve toplumsal kesimleri ve etnik grupları kucaklayan çoğulcu ve bütünleştirici bir role sahiptir. Üniter devlet sistemi olsa da, inkar, imha, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizan zihniyeti esas almamıştır. Bütün etnik ve toplumsal gruplar kendi rengi, kimliği ve kültürü ile temsilini bulduğu ortak bir uzlaşı sistemi olmuştur. Zaten 23 Temmuz 1923 tarihli Lozan anlaşması, 1921 Anayasasının bir devamı niteliğindedir. İngiltere tarafının Kürtleri azınlık statüsüne alma dayatmasına karşılık Lozan’a M.Kemal tarafında Kürt parlamenter olan Prinçzade Fevzi Bey ve Zülfüzade Zülfu Türk heyetine diplomatik destek sunmak için gönderilmişlerdi. Bu iki Kürt mebusu, Lozan Konferansı’nın azınlıklar bölümüne alınarak “Biz Kürtler, Türklerle kardeşiz, ayrılmak istemiyoruz, aramızda bir fark yoktur” deyip konferans salonunu terk ederek Ankara’ya geri gönderilmişlerdi. 1921 anayasası ile Kürtler Meclis’te kendi kimlikleriyle siyasal temsillerini yapmaktaydılar. Yerel özerklikle kendi özyönetimine sahip olan Kürtlerin emperyalist devletlerce bir baskı kozu olarak kullanılmasının zemini kalmamıştı. Bizzat Lozan konferansına katılan iki Kürt mebusu yanında Ankara’da kalan diğer Kürt mebusları da Lozan’a çektikleri telgraflarla aynı çerçevede görüş bildirmişlerdir.
Kürtler Lozan sürecine kadar 1921 anayasasından kaynaklı Mustafa Kemal ve 1.BMM’den olumsuz herhangi bir şüpheye kapılmazlar. Lozana giden heyet kendini Türk ve Kürt halkının ortak heyeti olarak tanımlamıştır. Kürtler adına en büyük şanssızlık, bazı Kürt mebuslarının gerekli politik uyanıklığa sahip olmamaları, bazılarının da çıkar karşılığında kendilerini pazarlayarak, Kürt halkına ihanet etmeleridir. Kürt parlamenterler sıfatıyla Lozan Konferansının hazırlık aşamasına katılan Prinçzade Fevzi Bey ve Zülfüzade Zülfü burada ulusal kimlik gerekliliklerinden uzaklaşıp, ittihatçı kesimin anlayışına uyarak Kürtlere ihanet etmişlerdir. İttihatçı beslemesi ve kadroları olan bu iki parlamenter Kürt halkının tarihinde en kalleşçe ihanetlerden birini geliştirmişlerdir. Dürüst olan Kürt parlamenterlerinin de özellikle bu dönemde İngiltere’nin Ortadoğu üzerinde yürütmüş olduğu politikanın farkına varmamaları Lozan sürecinin Kürtlerin aleyhine sonuçlanmasına yol açmıştır. Yine ittahatçı kesimleri kışkırtarak, onlar üzerinden geliştireceği siyaset ile Kürtlerin dıştalanarak isyanlara sevk edilmesi yönündeki politikaya ağırlık vermesi yeni bir dönemece kapıyı aralamıştır.
Kürt halkının tarihinde Lozan önemli bir yer tutmaktadır. Lozan süreci ayrı bir çalışma konusu olduğu için ayrıntılı işleme gereği duymuyoruz.

1921 Anayasasının Güncellenmesinin Kürt Halkı Açısından Önemi

1921 Anayasasının ihlal edilmesinden kaynaklı olarak Türkiye’de gelişmeye başlayan faşizan zihniyet, günümüze kadar süregelen tüm sorunların kaynağını teşkil etmiştir. Böylece tüm toplumsal kesimlere kan kusturulmuş, onlara korku ve ölüm sessizliği dışında bir hak tanınmamıştır.
1924 anayasasının kabul edilmesi ile birlikte cumhuriyetin asli kurucu üyesi olan Kürt halkının inkar ve imha sürecine tabi tutulması, günümüze kadar süregelen çatışmalı ortama zemin hazırlamıştır. 1924’lerden itibaren başlayan Kürt isyanları katliamlarla bastırılırken, çözümsüz bırakılan Kürt sorunu orta yerde durmaya devam etmiştir. 1984 yılında Kürt halkının özgürlüğü için silahlı eylemlere başlayan PKK, bu anayasal ihlalin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Günümüzde PKK’nin yeniden olanca ağırlığıyla gündeme getirdiği ve tüm olumsuz koşullara rağmen dünyaya kabul ettirdiği Kürt sorununda çözüm yöntemleri üzerine tartışmalar yürütülmektedir. Çözümün en kolay ve her iki tarafça kabul edilebilir temel yolu 1921 anayasasının güncellenmesinden geçtiğine dair Kürt tarafında yaygın kanaat mevcuttur. 24 temel maddeden oluşan 1921 anayasasının 16 maddesi çokluk anlayışı, kültürel-siyasal özerklik ve eşit-özgür koşullarda bir arada yaşamayı ifade etmesi bakımından demokratik değeri yüksektir bir anayasadır. 1924 anayasasıyla başlayan inkarcı-tekçi-faşizan zihniyet 1960 ve 1982 anayasalarıyla daha da perçinleştirilerek, Türkiye’yi yaşanmaz, renksiz ve çatışmalı bir ortama dönüştürmüştür.
Türkiye’nin başta Kürt halkı olmak üzere, bünyesinde barındırdığı tüm toplumsal dinamiklerle barışmasının temel yolu 1921 anayasası ruhuna uygun çoğulcu, katılımcı, demokratik özerklik sistemi hayata geçirecek bir toplumsal sözleşmeden geçiyor. Katı pozitivist, tekçi ulus-devlet sisteminden vazgeçmek, Türklüğe dayalı tek etnisite anlayışını terk etmek, 1921 anayasasında olduğu gibi Türkiyelilik üst kimliği ile kültürel kimlikleri optimal dengede buluşturacak yeni bir anayasa hazırlamak tüm sorunların çözümünü imkan dahiline sokacaktır.
Mustafa Kemal’in 1919 ile 17 Ocak 1923 yılları arasında izlediği çizgi Kürt ve Türk halkının onurlu birlikteliğini ifade etmektedir. 1923 yılından sonra Kürtlerin inkar edilmesinin farklı birçok nedeni olmakla birlikte, en temel nedeninin İngiliz kışkırtmaları sonucunda ittihatçı kesimin Mustafa Kemal’i yakın markaja alarak etkisiz kılması ve kendi politik çizgisine çekmesi olduğu yönünde yaygın kanaatler mevcuttur. Bu değerlendirme ile Mustafa Kemal’in Kürt halkına karşı hata yapmadığını belirtmiyoruz, elbette kurtuluş savaşı önderi olarak, ona inanmış ve amacını gerçekleştirmek için aynı saflarda kahramanca savaşıp zafer kazanmasına ortak olan Kürt halkına sırtını dönmesinin vebali büyüktür. Ancak Kürtlerin bağışlayıcı ve affedici özellikleri, doğru tutumu gördüğünde kin gütmeyi bırakma eğilimine sahiptir. Bu açıdan Mustafa Kemal’in 1919-1923 yılları arasındaki çizgisini sahipleniyor.
Kürt halkı ve diğer kültürel kimliklerle beraber kurulan Türkiye Cumhuriyetinin ilk ve en büyük ihaneti Kürt halkına karşı yaptığına dair bir kuşku yoktur. Büyük acılara yol açan, derya kadar kan dökülmesine yol açan bu ihanete son verip, yeniden kucaklayıcı olacak yeni bir anayasa ile cumhuriyeti demokratikleştirmek tarihe karşı duyulan sorumluluğun gereğidir.
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının çokça yaşandığı bu dönemde kendine aydın-akademisyen diyen birçok şahsiyet barış için PKK’nin koşulsuz-şartsız silah bırakması gerektiğini ifade etmeyi büyük marifet sanıyor. “PKK silahları koşulsuz bıraksın, sonrasında gereken adımlar atılır” vb yaklaşımların demokrasi ve gerçek barışla ilgili bir durum olmadığı tarihi gelişmelerden gayet iyi biliniyor. Tarihten ders almak için Mustafa Kemal’in 24 Nisan 1920 yılında BMM’de yaptığı konuşmaya dikkat çekmenin önemli olacağı kanısındayız. Mustafa Kemal bu konuşmada milletin Türk, Kürt, Çerkez, gibi “anâsır-ı İslamiye”den oluştuğunu, bunların “ırki, sosyal ve coğrafi haklar”ının bulunduğunu, ama bu hakların şimdi değil zaferden sonra konuşulacağını söyler. Kürt halkı bu konuşmaya inanarak, Mustafa Kemal ile aynı saflarda bütün gücüyle savaşa katılarak, kazanılan zaferde büyük bir pay sahibidir. Kurulan cumhuriyetin iki halkın ortak cumhuriyeti olduğuna, dış saldırı ve işgal tehlikesinin ortadan kalktıktan sonra kendi haklarının verileceğine dair bir kuşkuya kapılmaz. Ama işgalciler kovulduktan, bu yönlü tehlike ortadan kalktıktan, cumhuriyet ilan edildikten ve güç topladıktan sonra Kürtlere verilen sözler unutulur. İnkar, imha ve asimilasyon yürütülen tek politikadır. Günümüze kadar aynı politika dönemin özelliği ve koşullarına göre yenilenerek sürdürülmektedir.
Bu açıdan günümüzde Kürt sorununda sürdürülen çözüm tartışmalarında “önce silahları bırak, ardından devlet gerekli adımları atar” yaklaşımının gerçeklerle bağdaşır hiçbir yönü bulunmamaktadır. Kürtler bu hikayeyi 1920’lerden gayet iyi biliyor. Koşulsuz silah bırakmanın imha ile eşdeğerde olduğunu, bu yönlü verilecek sözlerin iğne ucu kadar değer taşımayacağının farkındadır. Bu öneriyi yapan ve aydın-akademisyen iddiasında olan şahsiyetlerin öncelikle tarihi bilmesi ve gereken dersi çıkarması önlerinde duran en büyük görev durumundadır. Ama bu tarihi bilip de tekerrürün yaşanmasını istemenin halk düşmanlığından öte bir anlam ifade etmeyeceğinin de bilinmesi gerekir.
Bu da gösteriyor ki, Kürt sorununun çözümü yasal-anayasal düzenlemeden geçiyor. Türkiye cumhuriyetinin asli kurucu halklarından biri olarak anayasal güvence sağlanmadan silahları bırakmanın her şeyden önce tarihe karşı bir sorumsuzluk olacağı açıktır. O açıdan Türkiye’nin bütünlüğünden yana, taban demokrasisinin sağlam temeller üzerinde inşa edilmesini isteyen, özgürlük ve barış ortamının hakim olmasını arzulayan her aydın şahsiyet ve çevrenin öncelikle tekçi-redci-inkarcı-faşizan Türk ulus-devlet sistemi yerine Demokratik Türkiye, Özerk Kürdistan formülünü desteklemelidir. Bu da ancak 1921 anayasasının kapsayıcı, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve özerkliği savunan ruhunu güncellemekten geçmektedir.

Şahan Dicle

Hiç yorum yok: