1 Ocak 2010 Cuma

Uygarlık Çocularını Yiyor

Dünyaca ünlü sosyal filozof ve gazeteci-yazar Heleno Saña öne sürdüğü düşünceler ve radikal toplumsal çözüm önerileriyle sürekli olarak tartışma yaratmış bir isim. Kapitalizmin akıl dışılığını ispatlamaya çalışan, Batı uygarlığını, barbarlığın yeni biçimi olarak nitelendiren Saña, yeni bir toplum modeli önerisini de ortaya koyuyor. Sayın Saña, isterseniz söyleşimize bir kitabınızın başlığı ile başlayalım. Uygarlık çocuklarını neden yiyor? Meşhur “Devrim çocuklarını yiyor” sözüne göndermede bulunuyorum. Sağcıların hep iddia ettikleri gibi, çocuklarını yiyen devrim değildir, kapitalist sistemdir. Bakın, modern uygarlık, taşıdığı kapitalist ekonomi sisteminin etkilerinden ayrı ele alınamaz. Sivil ideolojinin dünyalaştırılması ister istemez sistemin çelişkilerinin küreselleşmesine neden oldu. Tekniki bir kavram olarak “küreselleşme” dilsel bir filintadır. Sistem, imparatorluğun dünyanın diğer bölgeleri üzerindeki neredeyse katı egemenliği gerçeğinden saptırmak amacıyla bu kavramı ortaya attı. Hala batı uygarlığı olarak tabir ettiğimiz şey aslında barbarlığın yeni bir biçimidir. Kapitalizmin kısa bir süre içinde yok olacağını iddia etmiyorum, sadece insanlığın sorunlarını çözecek durumda olmadığını iddia ediyorum. Kapitalizmin sürmesi bu sorunları daha da derinleştirecek ve şiddetlendirecek. Okuyucularımız için “Uygarlık Çocuklarını Yiyor” isimli kitabın içeriğini özetleyebilir misiniz? Kitabımla, demokratik denilen “tamamen kapitalist, hatta vahşi kapitalist” sistemin yüzyıllardan beri egemen olsa da, günümüzde her zamankinden fazla çıkmaza, rasyonelsizliğe, yıkıma ve insanlık dışılığına yol açtığını kanıtlamaya çalıştım. İnsanlar, sosyal gruplar, doğa ve çevre tehdit altında. Teknik araçların rasyonel olmayan kullanımı yıkıma neden oluyor, teknik tamamen insanlık dışı ve sırf ekonomik çıkar temelinde kullanılıyor. Örneğin kısa bir süre önce Hannover’de CeBit Fuarı düzenlendi. İnsanlar asıl sorunlardan saptırılıyor. Her gün yeni makineler, teknik mucizeler sunuluyor. İnsanlar da “Ah, ne kadar güzel” diyor. Plan budur ve tek amaç ticarettir. Sistemin tek motivasyonu budur. Ve hiç bir insani ve ahlaki zemine sahip olmayan bir sistem kendiyle birlikte, kendisinden müptela olan bütün insanları yok eder. Ben bu bağlamda oldukça kötümserim. Kötümserim, çünkü mevcut durumda dünya çapında yerel direniş gruplarının dışında alternatif göremiyorum. Onların Brezilya’da nasıl biraraya geldiklerini görüyoruz. Ben bunlara sosyete diyorum, çünkü bunlar parası olan ve polit turizmi yapan lüks direnişçilerdir. Hiçbir şey değişmiyor. Medyada yankılarının olması bu nedenledir. Güney Amerika’da belli bir direniş görebiliyoruz. Venezuella Başkanı bir nevi yeni bir Castro. Arjantin, Şili ve Brezilya’daki hükümetler de sol demokrat. Bunu söylerken, bu insanlara tam güvenmediğimin altını çiziyorum. Direnişler olsa da, insanlar pratikte kendilerini uyarlamışlar, boyun eğdiler. Siyasal kültürde de gerileme var, insanlar politik olarak hala bilinçsiz. Peki özellikle batı toplumlarına bakıldığında direniş kültürünün varlığından söz edilebilir mi? Hayır ve tam da bunu söylemek istedim. İnsanların, kendilerini varolan düzene uyarlamak için sürekli çaba gösterdiği bir çağda yaşıyoruz ve durum gittikçe daha vahim bir hal alıyor. Bu beni tedirgin ediyor. Bunun nedenlerine bakarsak, bilinçsizlik var, kayıtsızlık var, fakat özellikle de boyun eğme oranı çok yüksek. Her sosyal gruba mensup insanların sokaklara dökülüp, protesto etmeye yeterince nedeni var. Fakat bakıyorsunuz, hiçbir şey olmuyor. Sendikalar entegre olmuş, ara sıra birkaç Euro daha almak için grev yapıyorlar. Ancak büyük sendikalar, bir zamanlar oldukları alternatif güç olmayı bıraktılar. Ekonomi, siyasi partilere, medyaya vs. hiç değinmeme bile gerek yok. Almanya’daki koalisyona bakın. Bunlar ne biçim sosyalist? Sayın Merkel, egemen sisteme hizmet eden katı muhafazakar bir kadındır. Aynısı İspanya’da iktidarda olan sosyalist parti için de, İngiltere’de Blair için veya İtalya’da Prodi için de geçerlidir. 19. yüzyılda, yani işçi sınıfı gelişim sürecinin klasik dönemi ve sınıf mücadele çağında Avrupa’da ortaya çıkan direniş kültürünü artık ne yazık ki göremiyorum. Ondan sonra da sistemin hizmetçisi olan entellektüeller gelip, “Hayır, bütün bunlar geride kaldı. Bunun zamanı geçti, artık sınıflı toplumda yaşamıyoruz, artık demokrasi var, sosyal eşitlik, şans eşitliği var” diyorlar. Sisteme bağımlı tartışma bu yöndedir. Medyada da artık derinlikli bir eleştiri yok. Sadece şikayet ediliyor. Buna karşı öneriniz nedir? Birkaç hafta önce “Onur ve Direniş” isimli son kitabım çıktı. Bu kitabımda da bu sorun ve alternatifler üzerine duruyorum. Ben her zaman bu sorunla ilgilendim ve teorik alanda hep önerilerde de bulundum. “Onur ve Direniş” ismi zaten karakteristiktir. Alternatif, insanların onurlarına sahip çıkmasında yatar. İnsanlar, sahip olduğumuz bu ıssız yaşam içerisinde toplumun insansızlaştırılmasına karşı direnmeyi öğrenmeliler. Değiştirilmesi gereken nedir? Tekniğin temel alanında böyle devam edilemez. Bu ne biçim tekniktir, insanların temel ihtiyaçlarını bile gideremiyor? Yaklaşık 2 milyar insan günde 1-2 Dollar’la geçinmek zorunda, 800 milyon insan açlık yaşıyor. Yani yemek ihtiyaçlarını bile gideremiyorlar. Yeni bir uygarlığın veya yeni bir uygarlık modelinin yapması gereken ilk iş, tekniğin kullanımında köklü değişikliklere gidip, tekniği, insanların ihtiyaçlarını gidermek için kullanmaktır. Bakınız, şirketler gidip, insanların beyinlerine “En son çıkan cep telefonuna, en son çıkan televizyon makinasına, en son çıkan arabaya sahip olmalısın” sözlerini enjekte ediyor. Bu bir skandaldır. Düşünün, durum 40-50 yıl önce daha çok farklıydı. Ya da 19. yüzyılda. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki insanlar açlık yaşamadılar, yeterince yiyecekleri vardı. Ancak sahip oldukları herşey ellerinden alındı, hammaddeleri, tarımları. Kimya ve gıda şirketleri herşeye patent veriyor. Günümüzdeki sefalet bu kapsamda daha önce yoktu. Ya bugün? Yeni makineler, daha hızlı arabalar, silahlar üretiliyor, uydular kainata gönderiliyor. Yılda milyarlarca Dolar silah üretimine yatırılıyor, bunun çoğunluğu ABD’ye aittir. Uygarlığımızın durumu böyle işte. Bu kadar anlamsız bir şekilde boşa harcanan paralar insanların asıl ihtiyaçlarının karşılanması için harcalanmalı. Yeni bir toplum modeli nasıl olmalı? Çok basit bir düşüncem var. İnsanların eşit doğduğu koşulundan yola çıkıyorum. Bunu söylerken, fiziki ve zihinsel olarak farklı olduğunu unutmuyorum tabii ki. Herkes kendi fizyojenitesine, (kendi bedenine) sahiptir. Ayrıca kuşkusuz sınıflı toplum nedeniyle, doğada olmayan suni farklılıklar yaratılmıştır. Önemli olan, varolan sistem tarafından yaratılan eşitsizliği, kendini yöneten bir toplumla yok etmektir. Bu konuyu özellikle yıllar önce İspanyolca dilinde kaleme almış olduğum “Sendikacılık ve Kendi Kendini Yönetme” isimli kitabımda genişçe işledim. Tercih ettiğim model budur. Devlet tarafından yönlendirilen, totaliter ve üstten bir sistem değil de, kendi kaderini tayin ilkesine göre özerklik, yani yerel demokrasi. Yani komünal bir sistemden bahsediyorsunuz... Aynen öyle. Şöyle diyeyim: Kararlar gizli, üst bir komite tarafından değil de, kararı ilgilendiren herkes tarafından ve bütün önemli zeminlerde alınır. Ekonomiden tutalım, fabrikalara, üretim alanlarına kadar; hizmet sektöründen yerel politikaya kadar. Benim modelim budur. Bunun günümüzde ne kadar gerçekleştirilebileceği tartışmalıdır. Ancak prensipte bunun, temelinde daha onurlu bir şekilde yaşayabilmek için düşünülebilecek en insani ve rasyonel paradigma olduğunu düşünüyorum. Vasilik edilmesine, dikey örgütlenmeye karşıyım. Bundan dolayı da örneğin Avrupa Birliği’ne karşıyım. AB, ‘süper devlet’in en net örneklerinden biridir. Brüksel’deki bayanlar ve baylar ulus devletlerin yanlışlarını aşmak istiyorlar, ama sadece bürokrasiden oluşan dev bir devleti yaratıyorlar. Mesela Çin’e bakalım. Orada neler oluyor? Parti yöneticilerinden oluşan bir klik neyin yapılacağına karar veriyor. Sonuç ne? Yüz-ikiyüz bin işsiz ve sefalet içinde yaşayan insanlar. Komünist denilen bu model gerçekte, gittikçe daha çok sınıfsal farklılıklar yaratan kapitalist bir ekonomiye dönüştü. Mesela Çin’de de artık tıpkı batıdaki gibi ev satın alıp, yoksul insanlara kiralayabilirsin. Biraz önce ciddi bir direnişin olmadığını söylediniz. Bahsettiğiniz yeni modele geçilebilmesi içinse direniş şart değil mi? Dolayısıyla söyledikleriniz ütopik kalmıyor mu? Böylesi bir alternatif önerisini gerçeklerden uzak ütopya olarak görenlere Marcuse’nin bu sözünü hatırlatırım: “Tarihte radikal değişimler hiçbir zaman büyük kitlesel hareketlerle başlamadı.” Sistemin hazır olmadığı yeni karşıt güç ve direniş biçimleri geliştirilmeli. Dolayısıyla geleceğin görevi yeni ütopik ufukların yaratılmasında yatar. İki hedef tarafından yönlendirilen bir zihniyet değişim sürecine ihtiyaç var. İlk hedef, insan onurunu en kapsamlı haliyle yeniden var etmektir. Bu hedef öbür yandan da egemen değerler ve tesisatlara karşı direnişe bağlıdır. Böylesi bir öz saygı kültürü gelişmeden kayda değer bir değişim de olamaz. Devlet şu anki, yani kapitalist biçimiyle var olmaya devam ederse, insaniyet ve dayanışmacı bir anlamda bir dünya toplumu gelişemez. Devletin mevcut halinin aşılması gerektiğini savunurken, yerine nasıl bir şeyi koymayı düşünüyorsunuz? Devlet mevcut haliyle tabii ki aşılmalıdır. Zira ayrıcalıklı katmanlar ve ülkelerin hizmetinde olan bir sınıf devletidir. Kapitalist devlet aynı zamanda dünya nüfusunun çoğunluğuna haksızlık eden ve sömüren bir oluşumdur. Ancak baskıcı sınıflı devletin yerine bütün halk tarafından yönetilen ve kontrol edilen bir devlet geçtiğinde demokrasiden bahsedilebilir. Özerklik ve yerel demokrasi derken bunu kastediyorum. Bakınız, Soğuk Savaş geride bırakılmış olsa da, dünya mücadele halindedir. Her alanda fesat ve sürekli çatışma yaşanıyor. Neoliberal ve mevcut kapitalist sistem altında insanların ve halkların özgürlüğüne dayalı bir sisteme geçilemez. Bu amaca ulaşmak için sistemin ortadan kaldırılması gerekiyor. İşçi hareketi klasik anlamda artık yok, ancak en verimli gelişim sürecinde takip ettiği hedefler hala söz konusu: Özerklik, yerel demokrasi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına dayalı bir sistem. Bu sistem insanın insan tarafından sömürülmesini sonsuza dek ortadan kaldırıp, özgürlük, dayanışma ve insaniyetin yaşamda da gerçekleştirilmesini olanaklı kılar. Kitaplarınızda “Yeni Kölelik” kavramını kullanıyorsunuz. Bu kavramdan ne anlamalıyız? İnsan, yukarıdan gelen kararlara bağımlı olduğunda, özgür olamaz. Dört yılda bir sandık başına gidip, oy verme özgürlüğüne sahip olsam da, seçimden sonra tamamen devletin kurumları tarafından gelen yasalar, kararlar ve talimatlardan bağımlıyım. Ve hiçbir şekilde kendimi bunun karşısında savunma imkanına sahip değilim. Korku ve güvensizlik tedirginliğini yaşayan bir toplum nasıl özgür olabilir ki? Almanya’yı örnek verebiliriz, ülkede yaşayan yurttaşların yarısından fazlası emeklilik, iş yeri ve sağlık hizmetinden endişe duyuyor. Benzer ülkelerdeki durum farklı değil. Dünyanın en zengin ülkeleri sayılan yerlerde durum böyleyse, o zaman kronik sefalet, sistematik baskı ve çıplak şiddetten başka bir şey yaşamayan milyarlarca insanların özgürlüğü hangi durumda? Özgür olmadığımızı anlamak için, kendimizi özgürlüksüzlüğün ve baskının sadece klasik anlamda despotik polis devletlerinde mümkün olduğu yöndeki klişeli fikirden ve sıradan totalitarizm öğretilerinden kurtarmalıyız. Mesela Frankfurt Okulu mensuplarından Herbert Marcuse bile “Tek Boyutlu İnsan” isimli kitabında yirminci yüzyıl kapitalist toplumunda, sivil özgürlüklerin özünü tehlikeye düşürmeden, totaliter pratiğin yeni biçimlerinin yaratıldığını fark etmişti. Günümüz insanı otonom bir varlık değil de, heterojen bir varlıktır. Sistemin sürekli tekrarladığı gibi gittikçe özgür olmak yerine bireyin yaşamı gittikçe daha fazla büyük sermayenin çıkarları ve ihtiyaçlarına göre belirleniyor. Yeni köleliğin özünde bu durum var. ‘Sigara yasağı köleliğin ifadesidir!’ Konuşmacı olarak katılmış olduğunuz bir panelde, sigara yasağının da özünde sağlıkla pek ilgili olmayıp, bu yeni köleliğin ifadesi olduğunu söylemiştiniz. Sigara yasağı Amerika’dan gelen bir şeydir. Bunun kökeninde Kalvenizmin kurucusu John Calvin ve onun Püritenizmidir. Püritenizm, Kalvenist İngiliz Protestan Kilisesi tarafından hedeflenen sıkı düzene verilen addır. Bu düzen her birey için oldukça sıkı kurallar çervesinde bir yaşamı öngördüğü gibi, oldukça gerici olan ve presbiteryal (olarak isimlendirilen) bir anayasa kapsamında örgütlenir. Bu anayasaya göre papaz, öğretmen, topluluk tarafından seçilen kilise başkanı ve diyakozdan oluşan dörtlü tarafından yönetilir. İngiltere ve Amerika’da Püritenizm olarak isimlendirilen şey, Kalvenizm’dir. Bunun ardından yaşama karşı nefret var, bunu başka türlü nitelendiremem. İnsanlar neden şimdi, sigara kullanmanın insani felaketlere yol açtığı konusunda aydınlatılıyor? Sigara içmenin sağlığa iyi geldiğini söylemiyorum ve bir sigara kullanıcısı olarak konuşuyorum. Fakat insanlar bu şekilde manipüle ediliyor. Onları, yaşamlarındaki tek sorununun sigara içmek ya da içmemekten ibaret olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. İnsanların gerçek sorunlarının sigara içmek ya da içmemekte yatmadığı açık. Asıl sorunlar, her toplumda var olan sınıfsal farklılıklardır. Bu özellikle uluslararası anlamda, yani Kuzey ve Güney arasında geçerlidir. İnsanlara sigara içmeyi yasaklayan bir talimat vermek demek, insanların bireysel özgürlüğüne karışmak demektir. Bu keyfi hareketi bir yana bırakalım, insanlar robot değil ki. İnsanların bu nedenle, Fransız şair Baudelaire tarafından “suni cennet” olarak isimlendirilen şeye ihtiyaçları oluyor. Bu tütün olur, içki olur, afyon olur. Bu, bütün uygarlıklarda da olmuştur. Yeni kuşaklar gittikçe daha az sigara kullanıyor, fakat içlerindeki sevinci kaybetmişler. Bundan dolayı artık gülmüyorlar. Kulaklarında kulaklıklarıyla yürüyorlar, üzgünler, hayal kırıklıkları ile dolular, yaşam sevinçleri kalmamış. Demek ki sigarayı bırakmak var olan bütün sorunları çözmüyor. Heleno Saña kimdir? 1930 yılında İspanya’nın Barcelona kentinde dünyaya gelen sosyal filozof ve gazeteci-yazar Heleno Saña, 1959 yılından beri Almanya’da yaşıyor. Antifaşist bir aileden gelen ve Franco rejimine karşı mücadelede yer alan Saña, gazetecilik eğitimini tamamladıktan sonra sürgüne gider. Saña’nın Almanca ve İspanyolca dillerinde yayınlanmış otuzu aşkın kitabı bulunmaktadır. MERAL ÇİÇEK

Hiç yorum yok: