1 Ocak 2010 Cuma

Osmanlı Tecrübesi ve Kürt Açılımı

Abdullah Öcalan’ın birkaç gün öne “Açılım”a ilişkin değerlendirmesi çeşitli internet sitelerine yansıdı. “Son dönemdeki gelişmeler şüphelerimi artırdı... Bu açılım mıdır, tasfiye midir, tuzak mıdır sahtekarlık mıdır, çözüm müdür, emin olamıyorum, bilemiyorum” diyor. Onun ne dediğinin önemi var mı? 


‘Kürt açılımı nedir, ne değildir? Hemen söyleyeyim. Bir, mahçup lisanla yenilgi itirafıdır. İki, yangından mal kaçırma operasyonudur... Osmanlı bu işleri çok görmüştür. Sebep ve süreç bakımından Kürt meselesinin tıpkısının aynısı olan kavgalar daha önce Sırbistan’da, Yunanistan’da, Romanya’da, Bulgaristan’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, Ermenistan’da, Suriye’de, Lübnan’da, Girit’te yaşandı. Ders alındı mı? Asla! Baştan yapılması gerekenler her seferinde apaçık ortadaydı, biraz vizyon ve cesaretle kolayca üstesinden gelinebilirdi. Yapılmadı, sürüncemede bırakıldı, ‘son terörist imha edilinceye kadar kahraman ordumuz teyakkuzdadır’ diye diye ahali uyutuldu. İş işten geçtikten sonra çözüm paniğine girildi, ama ne fayda? 


Siz Makedonya Açılımı’nı bilir misiniz? Rumeli dağlarında senelerce kan gövdeyi götürdükten sonra nihayet 1904’te Avrupa’nın zoruyla Makedonya reform paketini açtılar. Heyhat ki Bor’un pazarı geçmişti. Sekiz yıl sonra Makedonya gitti, bütün Rumeli’yi de peşinden götürdü. 


Ya 1914 Ermeni Açılımı’nı bilir misiniz? Alabildiğine mütevazi ve mantıklı bir reform paketini, 1878’de söz verildiği halde tam 36 yıl süründürmeyi başardılar. Sonunda dünya konjonktürünün değiştiğini sezip alelacele peki dediler. Yirmi yıl önce olsa herkesi memnun edecek güzel bir paketti. Ama artık yirmi yıl öncesi değildi. Ermenilerin de kolay kolay bir şeyden memnun olacak hali kalmamıştı. Sonuçta ne oldu biliyorsunuz. Barış imkânı heba edildiği için, imhadan başka çözüm kalmadı. 


Siz bu sefer farklı olacağını ummak için yeterli bir neden görebiliyor musunuz?.. ‘Ulusal bilinç’ adı verilen asrın vebası Kürt halkını sarmıştır. Bu hastalığın tedavisi kolay değildir. Bir kere buna yakalanıp da yüz seneden önce iyileşen görülmemiştir. Korkarım ki daha işin başındayız ve vatan-millet-Fırat uğruna daha çok acılar çekilecektir.


” Bayramın ilk günü Star’ın “Açık Görüş” adlı Pazar ekinde yayımlanan Sevan Nişanyan’ın “Türkiye aldı başını gidiyor” başlıklı yazısından çarpıcı satırlar. Üzerinde durmaya değer


 “Osmanlı tecrübesi”ne ilişkin yazdıklarına tümüyle katılıyorum. Yıllardır “Kürt sorunu çözülsün” diye didinip durmamızın nedeni de, “Osmanlı tecrübesi”nden çıkarttığımız dersler idi. Sorun çözme yeteneğini yitirmiş gözüken devletimiz, bu “gen”i, birçok başka “gen” gibi Osmanlı’dan miras aldıysa, “bölünürüz” diye korku belasına yapılan bir çok şey “bölünme”ye yol açacağı için kaygılıydık. Ülkenin ve -vatandaşlık bağı anlamında- ulusun birliği uğruna ve bölünmesinin önüne geçmek için “Kürt sorunu, Kürtlerin kimlik hakları tümüyle tanınarak, çözülsün” diye yıllardır uğraşıyoruz. “Kürt Açılımı”nı tam da bu bakımdan, Kürt sorununun “çözüm yolları”nı açacağı için destekledik, ona umutla sarıldık.


 “1904 Makedonya Açılımı”nı bilir ve gereğinin “çok az ve çok geç” yerine getirilmesiyle “Makedonya’nın gittiği” ve “peşinde Rumeli’yi de götürdüğünü” hatırlarsak- keza “1914 Ermeni Açılımı”nın 1878’den beri sündürülen ve süründürülen bir reform paketini ifade ettiğini, ancak bunun Ermeniler için pek bir şey ifade edecek bir zaman dilimine denk gelmediğini, bunun neticesinde 1915’te “imhadan başka çözüm kalmadığını” düşünürsek, Kürt Açılımı’nın akıbetini farklı düşünmemiz için yeterli bir neden var mı? Evet, var. 


100 yıl önceki yakın tarihimizdeki tüm örnekler, “çökmekte olan bir imparatorluğun çöküş süreci”ni, onun “son halkaları”nı anlatan örnekler. “Kürt Açılımı” ise bölünmeye, dağılmaya doğru giden bir ülkenin, “bölünme süreci”ni ifade eden bir olgu değil. Tam tersine, zaten “ruhen bölünmüş” olan bir ülkenin tekrar birlik ve bütünlüğüne kavuşması arayışı ile ilgili. 


19. Yüzyıl’da “Avrupa’nın Hasta Adamı” olan bir ülkenin devleti, 19. Yüzyıl’ı bitiren Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ortadan kalktı. Ülke bölündü. Kalan parçasının üzerinde devlet, eskisinin hastalıklarının bir bölümünü devralarak, yeniden kuruldu. “Kürt Açılımı”nın sonuç vermeyeceğine ilişkin görüşler ve iddiaların dayandığı “tarihteki açılım”lar ve sonuçlarına dayandırılıyor.  O gecikmiş “açılımlar” çöküşe doğru giden bir ülkenin son günlerini anlatıyor. Bugün durum kökünden farklı. 


Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dünyanın “yükselen” güçleri arasında sayılıyor. Soğuk Savaş’ın “galipler ittifakı”nın bir ögesi olması bir yana, “demokratik ülkeler topluluğu” AB’nin kapılarını zorlayan, daha da önemlisi büyüyen ekonomik gücüyle “G-20” üyesi. Bir başka deyimle, “uluslararası sistemin genişletilmiş yönetim kurulu” diyebileceğimiz “G-20”ye, dünyanın 200 dolayında ülkesi içinde ilk 20’ye dahil. Türkiye’nin dünya sahnesinin en önemli “jeopolitik alan”larından biri kabul edilen Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar havzası ve Karadeniz-Akdeniz ekseninin “bölgesel gücü” olduğu tartışılmıyor bile. Türkiye’nin 21. Yüzyıl perspektifleri içinde, uluslararası sistemin en önemli “enerji transit yolu” olması yer alıyor. Türkiye’nin “Kürt Açılımı” ile “uluslararası sistem”in “stratejik ufukları” ve çıkarları kesişiyor ve örtüşüyor. Bütün bu nedenlerle ve “Kürt Açılımı”nın harekete geçirdiği dinamiklerden ötürü, bu kez “farklı” olacağını düşünebiliriz ve sonuçlarına umut bağlayabiliriz.


 Bununla birlikte, “Kürt Açılımı”nın tuzaklarla dolu olmadığını ve “riskler” içermediğini de söyleyemeyiz. Hayır, bu “tuzaklar” ve “riskler” sanılabileceği gibi, Türkiye’de “milliyetçiliği azdırmak”  ve bunun yol açabileceği sonuçlarla ilgili değil. “Devlet aklı”ndaki “tıkanıklıklar” ve “ezberden kurtulamamak” ile ilgili. Örnek mi istiyorsunuz? “Kürt Açılımı”ndan başladık, “Demokratik Açılım”a doğru utangaçlıkla dümen kırdık. O bile yeterli gelmedi, “Milli Birlik Projesi” kavramını ortaya attık. Bütün bunlara “pragmatik” gerekçelerle “peki” desek bile, bu işin özü, tüm toplumu hareketlendiren ve heyecanlandıran yanı “Kürt Açılımı” olmasıydı. Ancak, “Kürt” sözcüğüne alerji aşılamadığı için bin dereden su getiriliyor. 


Mardin Artuklu Üniversitesi’nde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümünün kurulması ve lisans eğitimi vermesi YÖK tarafından “Yaşayan Diller Enstitüsü” adıyla, sırf Kürtçe’ye alerjiden ötürü iğdiş edildi. Radikal’de dün yazan Dicle Üniversitesi’nden Vahap Coşkun, “Türkiye’de hep böyle olur zaten” diye başlamıştı yazısına “Kürtleri ilgilendiren bir iş söz konusu olduğunda bin dereden su getirilir ve nihayetinde iş sulandırılır. Kürtlerin bir hak ve özgürlük kullanımı gündeme gelmeye görsün; çok mahir olan bürokrasi binbir kulp bulup buluşturur ve hakkın özünü boşaltır.” Şu sıralarda böyle oluyor ve hükümetin “açılımı” bakımından en tehlikelisi budur. 


Abdullah Öcalan’ın birkaç gün öne “Açılım”a ilişkin değerlendirmesi çeşitli internet sitelerine yansıdı. “Son dönemdeki gelişmeler şüphelerimi artırdı... Bu açılım mıdır, tasfiye midir, tuzak mıdır sahtekarlık mıdır, çözüm müdür, emin olamıyorum, bilemiyorum” diyor. Onun ne dediğinin önemi var mı? Var. “Kürt Açılımı”nın doğrudan muhatapları üzerinde bir etkisi olduğu için var. Kürtlerin önemli bir bölümünün aktif katılımını sağlayamayan bir “Kürt Açılımı”nın arzulanan ve beklenen sonuçların elde edilemesine yol açması ihtimali bakımından var. Zaman, paslanmış “klişeler”den çıkmak ve “ezber bozmak” zamanı. Başbakan’ın yakın çevresinin bunun pek farkında olmadığına dair sinyaller alıyoruz. “Açılım”ın başarı şansı açısından “en tehlikeli”sinden daha da “tehlikeli” olan belki de bu. Devam edeceğiz...


Cengiz Çandar/Radikal

Hiç yorum yok: