1 Ocak 2010 Cuma

Küresel emperyalizmin savaş örgütü: NATO

NATO’nun kuruluşu ve gelişme evrimi Faşist Almanya tarafından başlatılan ve stratejik hedefinde Sovyetler Birliği’nin işgal edilmesi olan II. Dünya Savaşı, Avrupa’da, Balkanlar’da ve Avrasya’da büyük yıkımlara neden oldu. Sovyetler Birliği’nin ‘anavatan savunması’ olarak yürüttüğü savaş, özellikle Balkanlar’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde faşist Alman ordularının işgaline karşı yürütülen savaşla bütünleşerek ‘antifaşist cehpesi’ne dönüştü. II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından birçok Balkan ve Doğu Avrupa ülkesinde oluşan yeni iktidarlar, başta ABD ve İngiltere olmak üzere uluslararası kapitalist emperyalist güçleri önemli oranda tedirgin etti. 1950’den sonra dünya kapitalist sisteminin tek lider gücü haline gelen ABD, Sovyetleri ekonomik, politik ve askeri olarak kuşatma politikasını uygulamaya koydu. ABD Başkanı Harry S.Truman, “bir elmanın iki yarısı” olarak açıkladığı ‘Marshall Planı’ ve ‘Atlantik Antlaşması Örgütü’(NATO) çok yönlü stratejinin iki önemli halkasını oluşturdu. NATO, 1949 yılında Atlantik’in her iki yakasında 12 kurucu ülkenin –Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İngiltere ve ABD– katılımı ile kuruldu. “Herhangi bir NATO üyesine yapılmış olan saldırı, diğer NATO üyesi ülkelere yapılmış olarak görülecek ve toplu savunmaya geçilecek” biçiminde formüle edilen anlaşmanın sadece Varşova Paktı’ndan gelebilecek ‘bir saldırıya karşı savunma örgütü’ olarak kurulmadığı çok net olarak ifade edilmişti. NATO’nun oluşturulması, aynı zamanda, II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Batı Avrupa’ya gelen ve sayıları 200 bini bulan Amerika askeri güçlerinin bu ülkelerde kalıcılaştırılması için ‘yasal’ bir zemin oluşturdu. Bu tarihsel süreçten sonra ABD, Avrupa’nın birçok ülkesinde kurduğu askeri üslerle –nükleer askeri kuvvetleri dâhil– fiili bir işgal gücü haline geldi. Siyasi ve askeri bir güç olarak kurulan NATO’nun sürekli genişleme politikası kesintisiz sürdürüldü. Öncelikli olarak sosyalist ülkelerinin sınır bölgelerinin kuşatılması politikasına bağlı olarak, 1952 ’de Yunanistan ve Türkiye eş zamanlı olarak NATO’ya dahil edildiler. 1955’de Federal Almanya Cumhuriyeti, 1982 yılında da İspanya üye oldu. Amerika ve Kanada nedeniyle Amerika kıtası, İtalya, İspanya, Fransa, Yunanistan ve Türkiye ile hem Ege ve Akdeniz sahası hem de Ortadoğu bölgesi NATO’nun politik ve askeri stratejik alanı içerisinde görüldü. NATO’nun genişleme süreci ABD önderliğinde geliştirilen uluslararası kapitalist sistemin askeri gücü olan NATO, sadece Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirilen bir proje değildi. Avrupa kıtasında özellikle Almanya’nın ve Fransa’nın ekonomik ve politik bir güç olarak ‘yeniden’ ayağa kalkıp, alternatif bir kuvvet olmalarını da engellemeye yönelikti. NATO’nun ilk Genel Sekreteri Lort İsmay, “NATO’nun amacı, Amerikalıları içerde, Rusları dışarda ve Almanları kontrol altında tutmaktır…” görüşü, ABD’nin politik stratejisinin genel eğilimini yansıtmaktaydı. Sovyetler Birliği parçalanarak birçok ülkeye bölündü. Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki siyasal iktidar değişikleriyle birlikte ‘Varşova Askeri Paktı’ da fiili olarak dağıldı. Ancak NATO’nun dağıtılmasına dair hiçbir tartışma yürütülmediği gibi, uluslararası alanda izlediği yayılmacı politik stratejisine uygun olarak bünyesine yeni üyeler katarak genişlemeye devam etmektedir. Sovyetlerin dağılmasından sonra, ABD ve AB’nin Doğu Avrupa ve Balkanlar üzerinde yürüttükleri hegomanya mücadelesi uzlaşmayla sonuçlandı ve NATO’nun müdahalesi üzerine ‘anlaşmaya’ varıldı. 1990’ların başında katılım müzakerelerine davet edilen Varşova Paktı’nın üç eski üyesi –Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya- Mart 1999’da NATO üyeliğine kabul edildi. Böylece NATO’ya üye ülke sayısı 19 ’a yükseldi. 2002 yılı kasım ayında gerçekleştirilen ‘Prag Zirvesi’nde Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın yer aldığı yedi ülke üyelik görüşmelerine davet edildi. 2004 yılı mart ayı sonunda bu ülkelerin NATO üyelikleri onaylandı. Mayıs 2003’te, üç ülke -Hırvatistan, Arnavutluk ve Makedonya- ile ABD arasında imzalanan “Adriyatik Sözleşmesi” bu ülkelere Atlantik İttifakı ile bütünleşmelerine kolaylık tanıyan bir belgedir. Bu üç ülkenin NATO’ya dahil edilmesiyle, Balkanlar’ın ve Avrupa’nın küresel kapitalist sisteme entegrasyon süreci tamamlanmış olacak. 1990’lardan sonra ABD ve AB’nin ‘uluslararası askeri konsept’ stratejisine bağlı olarak NATO’nun genişlemesi süreklilik kazandı. Bunun somut bir örneği olarak NATO-Ukranya, NATO-Rusya ortaklığı, küresel gelişmenin bir parçasını oluşturmaktadır. 2020 yılına kadar, Ortadoğu, Kuzey ve Orta Afrika ve Avrasya bölgesindeki birçok ülke NATO sürecine dahil edilecektir. NATO kapsamında yürütülen ‘Akdeniz ve Karadeniz Diyaloğu’ görüşmeleri NATO’nun genişleme kapasitesini ve öncelikli alanlarını ortaya koymaktadır. NATO’nun gelişmesini belirleyen olgu, uluslararası kapitalist sistemin ekonomik ve politik ihtiyaçları ve bölgesel öncelikleridir. 21. yüzyılda NATO’nun tarihsel işlevi Kapitalist sistemin uluslararası askeri gücü olarak konumlandırılan NATO, öncelikli olarak da, Avrupa bölgesinde kapitalist sistemin korunmasının askeri müdahale gücü olarak görev yapmıştı. ‘Sovyet saldırısına karşı Avrupa’yı koruma adı altında, ABD’nin askeri üsleri haline getirilen Batı Avrupa, nükleer füze sistemlerinin merkezi oldu. 1985’lerden sonra Avrupa, Balkanlar ve Avrasya’daki politik gelişmeler bütün dünyayı etkiledi. 21. yüzyıl stratejisinde bölgesel güç ilişkilerini yeniden analiz eden ABD, AB ile bölgesel uluslararası ilişkilerini yeniden düzenledi. Böylece NATO’nun uluslararası kapitalist sistemin küresel askeri bir gücü olarak daha fonksiyonel hale getirilmesi için ‘yeni’ politik stratejiler belirlendi. NATO Askeri Komitesi Başkanı General Naumann, NATO’nun ‘yeni’ işlevi için şunları belirtiyor: “NATO artık eskiden olduğu gibi bölgesel bir savunma örgütü olarak kalamaz: Üye ülkelerin çıkarlarını nerede olursa olsun koruyabilecek ve gelecekte kurulabilecek koalisyonların temelini oluşturacak küresel bir ittifak haline gelmelidir. NATO komuta ve kuvvet yapılarını bu doğrultuda uyarlamalı ve yeni şartlara mukabele edebilecek yetenekleri kazanmalıdır.” R. Nicholas Burns da, General Naumann gibi NATO’nun kapitalist ülkelerin çıkarlarını koruyan bir küresel askeri güç haline getirilmesini savunmaktadır: “NATO’nun gelecekteki misyonu, krizleri önleme ve söz konusu krizlere karşılık verme şeklinde olacaktır. Krizlere verilecek karşılık ya bir savaş görevi veya bir rehine kurtarma operasyonu ya da Fransa, İspanya, Çek Cumhuriyeti ve Birleşik Devletler’e yönelecek tehdidin kaynağı olabilecek Orta ve Güney Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde gerçekleştirilecek barış gücü operasyonları şeklinde olacaktır.” Bu, NATO’nun Avrupa, Balkanlar, Orta ve Güney Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerini de kapsayacak tarzda genişletilmesi anlamına geliyor. Aynı şekilde NATO üyesi ABD ve Kanada gibi iki büyük kapitalist gücün bulunması, Amerika kıtasına askeri müdahalelerin yapılmasına bir gerekçedir. İstanbul zirvesinde, “NATO’nun Batı’yı savunma gücü olmaktan çıkarılması ve alandışı müdahalesine göre konumlandırılması, terörle mücadelenin olduğu her bölgenin NATO kapsamında olması” gibi politik belirlemeler, NATO’nun uluslararası kapitalist sistemin geliştirilmiş işgalci bir askeri gücü olarak konumlandırıldığını çok net olarak ortaya koymaktadır. Uluslararası kapitalist sistem, bugünkü somut verili koşullar içerisinde azami karın yüksek olduğu enerji yataklarının askeri güçlerle korunması, blok kapitalist sistemlerin ihtiyaçlarına yanıt vermeyen ülke ve devletlerin zor kullanılarak yeniden biçimlendirilmesi, kapitalist dünya sistemine karşı gelişebilecek ve bölgesel krizlere yol açabilecek politik toplumsal hareketlerin denetim altına alınması için merkezi uluslararası bir askeri gücün oluşturulmasına çok acil olarak ihtiyaç duymaktadır. NATO bu politik stratejinin bir ürünüdür. NATO’nun uluslararası bir düzeye ulaşması aynı zamanda BM’in süreklileştirilmiş bir askeri gücünün oluşturulamamasından da kaynaklanmaktadır. BM Şartı’nın en önemli ancak bugüne kadar işletilmeyen (UN Charter) 47. maddesi: Uluslararası Genelkurmay Komitesi’nin kurulmasıdır. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin Genelkurmay Başkanlarından oluşması planlanan bu komite (Md. 47/2) Güvenlik Konseyi’nin isteğiyle herhangi bir stratejik askeri harekatın başlıca yönetim merkezi olacaktı. Hiçbir zaman işlevli hale getirilmeyen bu maddenin tarihsel rolü fiili olarak NATO’ya verilmiş bulunmaktadır. ‘Tehdit’ anlayışı ve müdahele Amerikalı Senatör Chuck Hagel’ın, NATO’yu da doğrudan ilgilendiren ve uluslararası kapitalist sistemin stratejik yönelimlerine göre analiz etmeye çalıştığı yeni “tehdit” anlayışının merkezinde; “küresel terörizm” örgütleri ve onlara destek veren “haydut devletler” bulunmaktadır. Bunlara karşı mücadeleyi de öncelikli olarak NATO’ya vermektedir: “Bugün, biz sofistike global bir teröristler ağı ile karşı karşıyayız. Bunlar, bizim toplumlarımızın temelini oluşturan özgürlük, tolerans ve aydın değerlerinin tam karşıtı olanlardır. Ve bizim başarımız üç temel sorumluluğu yerine getirmemize bağlıdır. İlk olarak, demokrasiyi Ortadoğu ve daha ilerisinde daha fazla teşvik ederek, şiddetin ideolojisi ile kaynağında yüzleşmeliyiz. İkinci olarak, bu tehlikeleri birlikte göğüslemeliyiz. Devletlerimiz arasında işbirliği ve etkili uluslararası enstitüler, bugün geçmişte olduğundan çok daha fazla önem kazanmıştır. Üçüncü olarak, diplomasi başarısız olunca, sorumluluklarımızla baş etmek için hazırlıklı olmalı ve gerekirse güç kullanmalıyız. Direkt tehditler kesin ve kararlı tepkiler gerektirir.” Diğer kapitalist ülkeler gibi ABD tarihinin katliamlar tarihi olduğunu politikada az çok haberdar olanlar bilir. Bu nedenle ABD, hiçbir dönem demokrasiden ve özgürlükten yana olmadı. Tersine dünyanın birçok ülkesinde ezilenlere karşı gerçekleştirdiği katliamlardan doğrudan veya dolaylı olarak sorumluluğu vardır. NATO eksenli kapitalist barbarların askeri güçlerinin amacı, Afganistan, Irak vb. ülkelerde demokrasiyi teşhis etmek değildi. 1900’lerden beri, Ortadoğu ülkeleri ekonomik askeri ve politik olarak İngiltere ve Amerikan’ın denetimi altında olduğu biliniyor. Ortadoğu’nun işgal edilmesi, bu ülkelerde ‘demokrasi’nin yerleştirilmesiyle hiçbir ilgisi yok. Aksine, küresel lokal bir savaş içinde bulunan Ortadoğu, 21. yüzyıl katliamlarının yaşandığı bölge olarak tarihe geçmiş durumda. Özellikle ABD-AB ittifakına dayanan bölgesel işgal planının stratejik uygulama merkezi NATO’dur. Örneğin Kinston Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Vassilis K. Fouskas, NATO’ya yönelik yapmış olduğu eleştirel analizinde bir kısım noktalara parmak basmaktadır. “Soğuk Savaş NATO’su, birincil olarak bir politik kuruluş değil, bir savunma paktıydı ve o haliyle, etkin bir biçimde işlemek ve amaçlarını gerçekleştirmek için siyasal demokrasi koşullarına ihtiyaç duymuyordu. Gerçekten de, II. Dünya Savaşı sonrasında, liberal demokratik olmayan rejimler NATO’nun politikasına hizmet etmişlerdi. Portekiz, Salazar ve Caetano diktatörlükleri sırasında NATO üyesiydi ve üç askeri darbe Türkiye’nin ittifaka katılımını etkilememişti. Aynı şekilde, bugün politik biçimlerinden bağımsız olarak herhangi bir devlet sistemi ya da sosyopolitik özne NATO çıkarlarına hizmet edebilir ve bunları savunabilir. Tek önkoşul bunların dost ve işbirlikçi özneler olmalarıdır... Bazıları, Soğuk Savaş yıllarının aksine bugün NATO ve ABD için, insan ve yurttaş haklarına saygı duymayan otoriter politik sistemleri destekleyen politikalara gerekçe bulmanın zorluğunu öne sürüyorlar. Kapitalist sistemin politikalarını uygulamak için oluşturulan NATO’nun insan hakları, demokrasi gibi tarihsel değerlerle hiçbir ilgisi yoktur. ‘Batı uygarlığının etik ve manevi güçlerinin örgütlenmesi ve sağlamlaştırılması’ olarak ifade edilen ‘batı değerleri’ politikası esas olarak kapitalizmin korunması ve güçlendirilmesi stratejisidir. Bu nedenle NATO, burjuvazinin politik çıkarlarıyla veya kapitalist ekonomik sistemle çelişen-çatışan her toplumsal hareketi ya da siyasal gücü ‘düşman’ kategorisinde görmüştür. Tersine, NATO’nun stratejik çıkarlarına hizmet eden ve ülkelerinde askeri darbeler yapan Türkiye, Portekiz, Yunanistan gibi ülkeler NATO üyeliklerini kesintisizce sürdürmüşlerdi. Türkiye gibi işgalci olan bir güç, NATO’nun en önemli stratejik merkez ülkesi konumundadır. Çünkü ‘tek ön koşul bunların dost ve işbirlikçi özneler olmalarıdır.’ Neoliberalizmin yaygınlaştırılıyor 1990’lardan sonra ‘yeni’ olarak tanımlanan NATO ile ‘eski’ NATO arasında hiç bir fark bulunmadığı gibi, NATO bugünkü uluslararası politik ilişkiler içerisinde daha aktif hale getirildi. Uluslararası kapitalist sistemin ideolojik, politik ve ekonomik politikalarını uygulamak için IMF ve Dünya Bankası ile birlikte hareket etmektedir. Balkanlar politikası bunun somut bir örneğidir. ABD ve AB’nin bugünkü uluslararası askeri bloğunun, örneğin Yoguslavya’ya müdahalesinin bir nedeni de, IMF’nin, Yoguslavya üzerinde bölgede dayattığı neoliberal politikaların uygulanmasıydı. Vassilis K. Fouskus, NATO’nun Balkanlara müdahalesinin IMF politikalarıyla olan ilişkisini açıklarken şu belirlemelerde bulunmaktadır: “Geçiş devletlerine serbest piyasa ilkelerinin (ikinci paket) dayatılması, bazı beklenmedik sonuçlar yaratabilir. IMF’nin dayatması Yugoslavya’nın konfederasyona benzer yapısına bir son vermeyi gerektiriyordu ve en zengin cumhuriyetlerin, yani Slovenya ve Hırvatistan’ın neoliberallerin yönetimindeki reformların faturasını ödemesini öngörüyordu. Yugoslav devleti, etnik gerginliklerin dışarıdan dayatılan ekonomik reformlara dayalı bir neoliberal modernleşme paketi aracılığıyla iyice şiddetlendiği, bölgelerarası yapısal bir eşitsizliğin klasik bir örneğiydi...” ABD ve AB eksenli NATO müdahalesinin ana etkenlerinden birinin, kapitalist sistemin, yer kürenin hemen her bölgesine dayattığı neolibaral politikaların uygulanması için gerektiğinde askeri gücün kullanılacağının en somut örneklerinden birisi de Balkanlardı. Susan Woodward’ın Yoguslavya üzerine yaptığı değerlendirme de, NATO’nun Balkanlara müdahalesinin nedenlerinden birisinin neoliberalizme dayanan ‘piyasa ekonomisinin’ işlerli hale getirilmesi olduğunu belirtmektedir: “Yugoslavya çatışması tarihsel düşmanlıkların sonucu ya da komünizm öncesine bir dönüş değil, bir sosyalist ülkeyi piyasa ekonomisine dönüştürme politikasının sonucudur. Bu başarısızlığın yaşamsal bir öğesi, büyük ölçüde dış borç krizini çözmeyi amaçlayan bir programın neden olduğu ekonomik çöküştür...” Bu verilerin bize gösterdiği somut olgu şudur: NATO uluslararası kapitalist sistemin, hem askeri hem de politik bir örgütüdür. Uluslararası sermayenin ekonomik politikalarını uygulamak için askeri güç kullanan küresel bir şiddet örgütüdür. Yani NATO reformu ile birlikte, ittifakın örgütsel ve kuramsal çerçevesinin yenilenmesinde, özellikle Max Weber’in kurumsal toplum biliminin ‘demir yasası’ndan esinlenerek, politik ve örgütsel yapısını yeniden organize etti. Dünyanın ‘küreselleşme’ adını verdiği serbest piyasa ve özelleştirmeye tepeden bakan, dış yatırmları teşvik etmek için kanunlarını değiştirmeyen, yabancı yatırımların kendi halkının refah düzeyi üzerindeki etkilerine karşı kayıtsız kalmayan, öncelikle ihracat için üretim yapmayan, serbest ve yasaklanmış tarım ilaçlarının kullanımına izin vermeyen, gelişmiş ülkelerde yasaklanmış artıkların ve diğer ürünlerin kendi halkının ve topraklarının üzerine boşaltılmasını kabul etmeyen, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü’nün ülkesinin sosyal hizmetlerini ya da hayat standartını yerle bir edecek politikaların uygulanmasına kolayca razı olmayan devletler, Amerikan’ın ya da NATO askeri güçlerinin müdahalesiyle karşı karşıya kalacaklardır.

Hiç yorum yok: