1 Ocak 2010 Cuma

Beşir Atalay Kimdir?

TC İç işleri bakanı Beşir Atalay, 1 Nisan 1947'de Kırıkkale - Keskin'de dünyaya geldi. Babasının adı Mehmet, annesinin adı Memduha'dır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdiği dönemde Nakşibendî tarikatıyla ilişkileri gelişti. Aynı fakültede master ve doktora yaptı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyeliği görevinde bulundu. Burada görevli iken Humeyni’nin İran'a dönüşü ardından yapılan kutlamalara katılmak için pasaportsuz olarak İran’a gitti.  Türkiye’ye dönüşünde 3 hafta gözaltında kaldı. Turgut Özal hükümeti döneminde, Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Daire Başkanlığına atandı. Burada da dinci kadrolaşma yaptığı gerekçesiyle görevden alındı. Marmara üniversitesinde öğretim üyeliğine başladığı dönemde ise UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu Üyesiydi. ABD Michigan Üniversitesi'nde ziyaretçi öğretim üyesi olarak çalıştı. Kırıkkale Üniversitesi Kurucu Rektörü oldu. 5 yıl bu görevde kaldı. Bu süre içerisinde Rektör yardımcıları ve dekanlarını Nakşibendî tarikatının İskenderpaşa Dergâhı müritleri arasından seçti. Kendine yakın bazı öğretim üyelerini İran’a kurslara yolladı. Nakşibendî tarikatını benimsemiş öğrencilere yüksek lisans olanakları sağladı. Tüm bu faaliyetleri nedeniyle YÖK tarafından “üniversitede irticai kadrolaşmaya gittiği” gerekçesiyle 15 Aralık 1997’de görevden alındı. O dönemki YÖK başkanı, şimdi Ergenekon sanıkları arasında bulunan Kemal Gürüz’dü. Beşir Atalay, Türkiye tarihinde YÖK tarafından “irtica” gerekçesiyle görevine son verilmiş ilk ve tek rektördür. YÖK, öğretim üyeleri disiplin yönetmeliğine dayandırarak Beşir Atalay’ı görevinden almakla yetinmedi, hiçbir üniversitede görev yapamayacağına da karar verdi. Bütün üniversite görevlerinden men edilen Beşir Atalay,  “yeşil sermaye” kuruluşlarından YİMPAŞ’ta (Yozgat İhtiyaç Maddeleri Pazarlama Anonim Şirketi) danışman olarak işe başladı ve şirketin yönetim kademesinde yer aldı. Ardından bu kuruluşa bağlı olan ANAR (Ankara Sosyal Araştırmalar Merkezi) koordinatörü oldu. Aynı dönemde, RTÜK eski başkanı ve Deniz Feneri derneği davasında ismi çıkan Aykut Zait Akman’la birlikte, Kanal 7’ye danışmanlık hizmeti de veren Nehir Medya Yayıncılık Filmcilik Tanıtım Sanayi ve Ticaret AŞ’nin hem kurucu ortağı hem de yönetim kurulu üyesi oldu. Kanal 7’nin işlerini yapan Atlas - Nehir İletişim AŞ’nin diğer kurucuları arasında ise Fehmi Koru, Veli Korkmaz, Mehmet Kaplan, Mustafa Güleç, Durmuş Korkmaz, Mustafa Çelik ve Zekeriya Karaman bulunuyordu. AKP için kamuoyu araştırmaları yapan ANAR şirketinin yüzde 0,4’lük hissesinde pay sahibi olan Beşir Atalay, 3 Kasım 2002 milletvekili seçimlerinde AKP’den Ankara 2. Bölge'den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. AKP’nin programının yazılmasında da yer alan Atalay, kurulan 58. Abdullah Gül hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilmek istendi. Ancak Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den veto yiyen Beşir Atalay, Devlet bakanı oldu. DİE, TİKA, TRT ve RTÜK'ten sorumlu Devlet bakanlığı görevine getirilir getirilmez YİMPAŞ şirketler grubuna bağlı ANAR’da bulunan hissesini sattı. Sorumluluğundaki kurumların başına kendisine yakın isimleri getirmeye başladı. Öncelikle de RTÜK’ün başına çok iyi tanıdığı Zait Akman’ı getirdi. Beşir Atalay da (Tayip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdulkadir Aksu, M. Ali Şahin, Ali Babacan, Vecdi Gönül, Ali Coşkun, Kemal Unakıtan, Recep Akdağ, Binali Yıldırım, Sami Güçlü, Hilmi Güler ve Zeki Ergezen gibi) Nakşibendî tarikatının İskenderpaşa dergâhı mürididir. Diğer tarikat üyeleri gibi Beşir Atalay da müritlik sıfatına sahip olabilmek ve bunu korumak için şeyhine sürekli “Rabıta etmek” zorundadır. Nakşibendî tarikatında Rabıta en önemli itaat biçimdir. Rabıta; “şeyhin şeklini zihinde canlandırmaktır.”  Müridin şeyhe “canfeda” bir şekilde bağlanmasını sağlamaktır. Rabıtanın en önemli şartı, şeyhin şeklini zihinde canlandırmak ve ruh dünyasında hep onunla yaşamaktır. Tarikat şeyhinin, ibadet ve inanç sistemi içindeki son derece baskın yapısını ortaya çıkaran kavram da işte bu Rabıta'dır. Rabıta aslında, Allah'a değil, şeyhe "kul" yetiştirmektedir. Beşir Atalay’ın şeyhine olan bağlılığı onun sürekli önemli görevlere getirilmesinde belirleyici olmuştur. AKP’nin finansörü, Beşir Atalay’ın da yönetiminde yer aldığı YİMPAŞ, tarikat-siyaset-ticaret ilişkisi içindeki uluslara arası bağlantılarıyla öne çıkan tarikat holdingleri arasında önemli bir konumdadır. Suudi-yeşil sermayenin en büyük örgütü olan İslâm Dünya Birliği-RABITA ile YİMPAŞ holdingin ilişkileri, din gibi manevi değerlerin nasıl paraya çevrildiğinin, bunun etrafında nasıl dev şirketler kurulduğunun en önemli örneklerinden biri durumundadır. Kapitalizm günümüzde, İslâmi kültür ve ekonomiyi de içine alacak biçimde küreselleşmiş; maddi değerler yanında manevi değerleri de birer piyasa malına dönüştürüp satışa çıkarmıştır. Kurucusunun para olduğu bir “din”, yine o paranın koruyucusu olmak zorundadır, Dinin paraya çevrildiği böylesi bir ortamda, petrol ve dolarla tanışan Türkiye’deki cemaatçiler ve tarikatçılar hızlı bir şekilde holdingleşerek, “Müstakil İşadamları ve Sanayiciler” olarak MÜSİAD çatısı altında örgütlendiler. MÜSİAD içinde yer alan İhlas Holding, İttifak Holding, Atom Kimya,  Kombassan Şirketler Grubu,  İstikbal Yaylı Yataklar A.Ş, Hes Kablo,  Al Baraka Türk, Anadolu Finans Kurumu,  Bahariye Mensucat,  Sanko Tekstil, Ülker Grubu,  Jetpa,  Zaman gazetesi sahibi Alaattin Kaya,  Akabe İnşaat,  Turkuaz,  Ergaz,  Koska Helvaları, Topbaşlar Grubu, Uzay Yünleri, Yimpaş Holding, Saray Bisküvileri, Has, Mer İnşaat, Feza Matbaacılık, Tahtakale Ticaret Merkezi,  Hak Ticaret ve Yatırım A.Ş, Özbayrak İnternational Trade A.Ş ve Fen İş yeşil sermaye holdingleri olarak sıralanabilir. AKP hükümetinin iktidara gelmesi ardından özelleştirme çalışmaları hızlandırılmıştır.  Uluslara arası Bilderberg gibi kapitalist örgütlerin istemleri doğrultusunda gerçekleşen  “devletin küçülmesi ve özelleştirilmesi” sonucu ortaya çıkan boşluğu, Türkiye’de yeşil sermayeye bağlı cemaat ve tarikat holdingleri doldurdu. Elbette bu yeşil sermayenin arkasında, Suudi-Amerikan işbirliğinin uluslar arası bağlantıları da bulunmaktadır.  Ortadoğu'da Amerikancı İslâm'ın ve peçeli kapitalizminin sacayaklarından biri sayılan RABITA (Rabitat-ül Alem-ül İslâmi / İslâm Dünya Birliği) ve bir Suudi-Amerikan şirketi olan ARAMCO (Arabistan-American Oil Company), tüm dünyadaki yeşil sermaye holdinglerinin arkasındadır. Koalisyon 1962 tarihinde Mekke'de kurulmuştur. Tüzüğünde yer alan maddede şunlara yer verilir: “Müslüman memleketlerinde yönetimin İslâmcı kurallara göre olmasına çalışmak, çeşitli ülkelerden gelen hacılar arasında 'İslâm Misyoner'i yetiştirmek ve bunları kendi ülkelerine göndermek. İslâmcı yayın organlarının işlevini yerine getirebilmesi için maddi bakımdan desteklemek.  Kuran kursları, İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerinin açılmasını sağlamak.” Türkiye-Suudi tarikat ilişkileri de 1976 yılında gerçekleşir. Rabıta ilişkileri gelişmesinin arkasından Komünizm ile Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri, Din Adamları Yardımlaşma Dernekleri gibi örgütler çoğaldılar. Bu derneklerin artmasını destekleyen Korkut Özal ve Sami Tuğ gibi tarikatçıların günümüzde Suudi sermayesinin Türkiye'deki ortakları olması önemli bir nokta olmaktadır. RABITA’nın en önemli açılımından biri de 44 İslâm devleti tarafından ortaklaşa kurulan “İslâmi Kalkınma Bankası”dır. İç tüzüğüne göre, “üye ülkelerin tekil veya kolektif toplumsal ve ekonomik gelişmelerini ŞERİAT ilkelerine uygun olarak artırmak” ana hedeftir. İslâmi bankacılık, özellikle Suudi Arabistan ve diğer ülkelerde, örneğin Bahreyn'de kurulan İslâmi para kurumları, esas olarak “Kıyı Bankacılığı” sistemiyle çalışır. Bankacılık dilinde buna “Off-Shore Bankıng” denilir. Ana ilke her türlü denetimden ve vergiden kaçmak, serbest bölgelerde çalışma yaparak yasadışı yöntemlerle olabildiğince para kazanmaktır. Bu, kirli paralarla riskli rantlarda bile oynayabilen bir vurgunculuk sistemidir. Türkiye’deki tarikatçı bankalar da Suudi bankalarıyla bağlantılı olarak çalışmaktadır. Merkezi Cenevre kenti olan 55 İslâm bankasının üst örgütü “Dar-al Mal-al İslâmi” çok devletli para kapitalinin şirketidir. Yeşil sermaye denilen tarikat holdingleri yıllardır çeşitli isimler altında şirketler kurarak büyürken ‘yüksek kar’ vaadiyle binlerce insanı dolandırmaktadırlar. Siyasi alanda kurdukları Refah, Fazilet, Saadet ve AKP gibi partiler, dolandırılan insanlardan alınan paralarla finanse edilmiştir.  Holding yöneticileri kendi yandaş siyasileri aracılığı ile ya himaye görmüş veya milletvekili yapılarak dokunulmazlık zırhına büründürülmüşlerdir. İçişleri bakanı Beşir Atalay’ın da bağlantılı olduğu YİMPAŞ ve bu gruba dahil Deniz Feneri Derneğiyle ilgili soruşturmada; Almanya’daki Türklerin parasıyla AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın seçim çalışmalarının finanse edildiği, finans işinin perde arkasında Nakşibendî tarikatının olduğu, YİMPAŞ ve Deniz Feneri adına toplanan paraların büyük bölümünün Nakşibendî tarikatı liderlerinden Muharrem Coşan’a ve Server Holdinge transfer edildiği ifade edilirken, bu paralarla SETA vakfı, Beşir Atalay’ın kurucusu olduğu ANAR ve Abant platformu çalışmalarının finanse edildiği belirtilmektedir. Bilindiği üzere SETA ve ANAR, AKP’ye olan yakınlıkları ve yaptıkları siyasi araştırmalarla tanınıyor. Tayip Erdoğan’ın kurduğu 60. hükümette Beşir Atalay’ın ani bir değişiklikle İçişleri Bakanlığı’na getirilmesi nedeni olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kendisine yakın birini bu bakanlığa istediği ve aynı zamanda hükümetteki Nakşi-Fethullahçı kavgasını dengeleme hesaplarının olduğu belirtilmektedir. Hükümetlerin en gözde bakanlıklarından biri olarak bilinen ve icracı makam olarak tanımlanan İçişleri Bakanlığı bünyesinde; İller İdaresi Genel Müdürlüğü, Nüfus Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, Kaçakçılık-İstihbarat Koordinasyon Kurulu, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü ve Sivil Savunma Genel Müdürlüğü gibi birçok kritik öneme sahip devlet kurumları bulunmaktadır. Atalay göreve gelir gelmez, eski İç işleri bakanı Abdülkadir Aksu’dan yarım kalan “F (Fetullah) tipi kadro”  yapılaşmasını özellikle polis teşkilatı içinde ve bakanlığa bağlı kurumlarda uygulamaya devam etmiştir. Geçmişte sözü edilen faaliyetleriyle bilinen birinin devletin en kritik noktalarından birine yani İç işleri bakanlığına getirilmesi elbette düşündürücüdür. Öte taraftan Atalay, “PKK’nin tasfiye edilmesi” amaçlı ABD, Türkiye ve Irak arasında oluşturulan “üçlü mekanizma”da TC adına tasfiye planının koordinatörlüğünü üstlenmiştir.  Beşir Atalay’ın “tasfiye koordinatörlüğü” sadece bununla da sınırlı değildir.  ABD’nin projelendirdiği ve AKP tarafından bir “güvenlik sorunu” olarak uygulamaya konulan tasfiye amaçlı “Kürt açılımı” çalışmalarında da koordinatörlük görevi Beşir Atalay’a verilmiş durumdadır. ABD, PKK’nin askeri yönelimlerle bitirilemeyeceği gibi özellikle Zap savaşı şahsında PKK’nin askeri zaferleşmeye gittiğini görmüş ve “tasfiye planı” nın “çözüm” adı altında yürütülmesi için strateji değişikliğine gitmiştir. Çünkü Kürdistan’daki bu gidişat, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına zarar vermektedir. Bunda Kürdistan coğrafyasının stratejik konumunun belirleyiciliği vardır. Bilindiği üzere Kürdistan coğrafyası zengin su ve petrol kaynaklarına sahiptir. Aynı zamanda Ortadoğu ve Orta Asya’daki petrol ve doğal gaz boru hatlarının ABD ve Avrupa pazarlarına ulaştırılmasında da en önemli geçiş güzergahlarında yer almaktadır. ABD açısından enerji kaynaklarının güvenliği kadar enerjinin taşınması ve güzergahların istikrarı da bir o kadar önemlidir. Kürdistan’da TC devletinin Kürtlere karşı sürdürdüğü inkar-imha savaş tarzı, artık ABD’nin bölgesel çıkarlarına ciddi zararlar vermektedir. Bu amaçla Kürt sorununun “uygun yöntemlerle” çözülmesini istemektedir. Elbette bunun plan ve projesi son aylarda tartışmaya sokulan “süreç”ten çok önce uygulamaya konulmuştur. Çözüm önünde engel gördüğü “Ergenekon” kod adlı devlet yapılanmalarına karşı başlattığı operasyonlar, ordunun etkisizleştirilmesi, hükümet kabinesinin buna göre düzenlemesi ve DTP’ye yönelik operasyonlar ABD ve müttefik güçlerinin hazırladığı proje kapsamında gerçekleşmektedir. Bütün ayrıntılar hesaplanıp, Abdülkadir Aksu’nun görevden alınarak yerine Beşir Atalay’ın getirilmesini, bu sürecin ilk ipucu olarak değerlendirmek mümkündür. Beşir Atalay’ın “Kürt açılımı” çalışmalarında yer alan ekip içerisinde Fetullah Gülen’e ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen ve AKP adına kamuoyu araştırmaları yapan SETA vakfının koordinatörü İbrahim Kalın da bulunuyor. İbrahim Kalın, Abdullah Gülen’e yakın bir isimdir. Kalın, Abdullah Gül’ün Dış işleri bakanlığı döneminde, dış politika danışmanı olarak yer almıştı. Beşir Atalay’ın ekibinin diğer üyeleri arasında ise; Erdoğan’ın müsteşarı Diyarbakır eski valisi Efkan Ala, İçişleri bakanlığı müsteşarı Osman Güneş, AKP grup başkan vekilleri Bekir Bozdağ ve Suat Kılıç, genel başkan yardımcısı Edibe Sözen, başbakan başdanışmanı Hüseyin Çelik, başbakan danışmanı Adana Milletvekili Ömer Çelik, İstanbul milletvekili Reha Çamuroğlu ve Konya milletvekili, eski bakan Sami Güçlü ile İçişleri, Dışişleri ve Adalet Bakanlığı'ndan bürokratların yanı sıra Milli İstihbarat Teşkilatı, Jandarma ve Diyanet’ten de görevliler bulunuyor. AKP’nin yürüttüğü sözde ‘Kürt açılımı’ adı altındaki çalışmalara ABD tam destek vermektedir. ABD’nin Ankara büyükelçisi James F. Jeffrey, ABD adına “Kürt sorununa çözüm” çalışmalarını arka planda yürütmekle görevlendirilmiştir. Beşir Atalay’ın müsteşar ve danışmanlarıyla sürekli diyalog halinde çalışmaları yakından takip etmektedir. “Açılım” adı altında yürütülen tasfiye amaçlı çalışmalarla; Kürtlere anayasal güvencesi olmayan “bir takım haklar” vererek, göstermelik  “kanun hükmündeki” düzenlemelerle, sözde Kürt sorununu çözüyormuş gibi göstererek, PKK’nin siyasi alandaki etkisini tasfiye etmek ve bunun sonucunda Kürdistan’da ABD-İngiliz-Fetullah-AKP çizgisinin etkisini artırmak hedeflenmektedir. 19. yüzyıldan beri uluslar arası ve bölgesel birçok aktörün elinin içerisinde olduğu Kürdistan coğrafyası günümüzde de bu nitelik ve yakıcılığını koruyor. Kürdistan ve bulunduğu coğrafya göz önüne getirildiğinde bu durum aslında anlaşılırdır. Tarihte de böyledir. Fakat Kürt halkı açısından tarihin tekerrür etmeyeceği artık aşikârdır. Sonuç itibariyle Beşir Atalay şahsında ve “açılım” kavramıyla aylardır gündemleştirilen “faaliyetler” in çok da “hayra alamet” içerikli olmadığı görülüyor. Barışın ve çözümün esas gücü ve muhatabı olan Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Önderliğinin devre dışı bırakılmaya çalışıldığı bir “açılım” ve “çözüm” anlayışının özünde “kapanım” ve “çözümsüzlük” olduğunu anlayabilmek için 30-35 yıllık tecrübe yetmiyor mu? Yine Kürt halkının bu tür anlayış ve tutumlara artık 30 gün dahi tahammülünün kalmadığı da görülmüyor mu?

Hiç yorum yok: